17 Ekim 2010 Pazar

Avrasya 2010 Sonucu



En büyük korkularımdan biri başıma geldi. 15 km koşunun ortasında, 8,5 km civarında, sol dizim arıza yaptı ve koşamaz hale geldim. Yarışın son 70-80 dakikasını hızlı bir yürüyüş temposunda topallayarak bitirdim. Şu anda kendime söz verdiğim şampanyamı içerek yazıyorum bunları, gün boyunca düşündüğüm şeyleri ve koşuyu aktarmaya çalışacağım.

Geceden epey erken tamamladım hazırlıklarımı ama heyecandan yine erken yatma planım suya düştü. Sabah 6'da kalktım. Yer fıstığı ve fındık ezmeli bir büyük dilim ekmekle kahvemi içtim, yanıma da bir muz aldım. Havanın güzel olacağını tahmin ediyordum ama yine de ne olur ne olmaz diyerek jumbo boy bir çöp poşetinin tepesini kafam geçecek kadar yırtıp yanıma aldım.

6.30'da evden çıktım, Taksim AKM'ye geldiğimde 7 civarıydı. AKM'nin yanındaki otoparka parkedip atletler için hazırlanmış otobüslerden bir tanesine binmem 10 dakika bile sürmedi. Yanımda getirdiğim muzu o sırada yedim. Köprünün Anadolu tarafına geldiğimizde hava iyice aydınlanmıştı ve gökyüzünde bulut görünmüyordu. Yine de sabah serinliği devam ettiği için çöp poşetimi kafamdan geçirip vücut ısımı kontrollü tutmak istedim. Evden çıkmadan önce 2 kere tuvalete çıkmıştım ama seyyar tuvaletleri de bir kez kullandım (bunları gereksiz detaylar olarak görmeyin, bu bilgileri ben daha önce hiçbir yerde okuyamadım, okuyabilseydim mutlu olurdum).

Geçen yılki gibi bu yıl da Türk kadar, belki daha çok yabancı sporcu vardı etrafta. Havanın açması birazcık moralimi bozdu. Yağmur koşarken sevmediğim bir şey ama güneşin de son düzlükte gözüme girmesinin performansımı düşürmesini istemiyordum ve güneş gözlüğüm yoktu.

Kendimi müthiş enerjik ve iyi hissediyordum. Rahat bir şekilde esneme hareketlerimi tamamladım. Uzun bir ısınma ve esneme süreci, bu tip bir spor aktivitesinden önce kas sorunları yaşamamak için çok önemli ve ben bu süreci gayet güzel atlattım. Startta epey önde yerimi alıp startın verilmesini beklemeye başladığımda starta daha 45 dakika vardı. Sanırım daha sonra patlayacak olan dizim için ilk sorun burada çıktı. Sakat dizlerimin sevmediği iki şey, çok uzun süre oturmak ve çok uzun süre ayakta durmak.

Startta önde yer almanın bir getirisi olarak belediye başkanımız Kadir Topbaş'ı ve elindeki start tabancasını yakından görebildim. Bu arada benimle birlikte öndeki sırada yer alan atletler arasında kısacık boyu, kocaman sakalı ve hiç bitmeyen muhabbetiyle 50 yaşlarında bir amca da vardı. Geçen yılki koşuda finişe 100 metre kala yerde takla atarken gördüğüm sakallı amcanın çakması sandığım bu beyefendi, meğer o taklacı amcanın ta kendisiymiş. Yarışın ortalarında ben topal güvercin olark sekerken amca yanımdan geçerken gördüm ki, gaza getirildikçe aralarda da habire takla atıyormuş kendisi.

Start verildiğinde konsantrasyonumu gaza gelip çok hızlı koşmamak, uygun bir ritim bulmak üzere yoğunlaştırmıştım. Niteki yarış başında da nefesim de ritmim de iyi durumdaydı. Etrafımdaki sporculara ve hızlarına bakarak hiç fena bir ritim tutturmadığımı da görebiliyordum. Köprünün sonunda fazla yorgunluk, daha doğrusu fazla yüksek nabız belirtileri gösterdiğimi farkederek istemeden de olsa ritmimi düşürdüm. Normalde bu hızda bu kadar yükselmesi normal değildi nabzımın ama köprünün ortasına gelirken ve Yıldız ayrımına ytaklaşırken karşımıza çıkan rampalar nabzımı yükseltmişti muhtemelen.

Yıldız tırmanışında sabit bir hızı tutturdum. Bu arada çişim de geldi ve etraftaki yeşillik alanlara çıkarak işeyen sporculara imrenerek baktım, çünkü çiş molası vermeyi düşünmüyordum. Barbaros Caddesi'ne çıkınca çok rahatlayacağımı düşünmüştüm ama burada da dalağım hafif hafif ağrımaya başladı. Buna rağmen iyi bir hızda indim ki, geçen yıl vakit kaybettiğim noktalardan biri olmuştu bu iniş. Dizlerime güvenmediğim için çok kontrollü inmiştim. Meğer bunca antremandan sonra hala yokuş inmek dizlerim için pek iyi sonuçlar doğurmuyormuş.

Sahile indikten sonra ilk su istasyonunda bir su aldım. Nedense koşu başından beri henüz yeterince keyif almamıştım. Genellikle koşularımda 10-15 dakika civarlarında endorfini basmaya başlar vücudum ve müthiş bir keyifle koşarım. Şimdi 5km, 6km bitmişti; düzlükteydim. Koşması zevkli mahallelerdeydim (gölge) ama yine de bir şekilde çok keyifli değildim. Niyeyse, yarışı bitirememe endişesi hala içimdeydi.

8km noktasından geçerken dalak, nabız, hepsi bir düzene girdiler. Artık antremanlardaki halime dönmüştüm ve tamamen kontrol bendeydi. Arada birilerini geçerken hızımı çok yüksek şekilde arttırıp sonra yine normal ritmime dönebiliyordum mesela. İlk sinyal de tam bu sırada geldi. Tam olarak neredeydim bilmiyoru ama Karaköy civarlarıydı. Dizimde acıyı çok hafif hissettim. Bu anda aklıma aynı anda iki şey geldi: "Bu kadarcık acıdan bir şey olmaz ve yarışı istediğim tempoda bitirebilirim", ve "Bu acı hiçbir zaman başladığı kadarla kalmadı".

Kısacık bir süre içinde acı arttı ve koşu adımlarımı imkansız hale getirdi. Yürüyüşe geçtim. Bu çok ama çok büyük bir hayal kırıklığıydı. Bu kadar önem verdiğim bir koşuda yürüşüye geçmek, yeterince hazır olmamanın, kendi bedenini tanımamanın, zayıflığın bir göstergesiydi ve kendimi çok kötü hissettim. Biraz yürüyüp koşmaya devam edecektim ki, dizim net bir şekilde bugün daha fazla koşamayacağımı bana bildirdi. Ne yapacağımı bilmeden yeniden yürüyüşe geçtim. Yarışım bundan sonrasını saçma bir yürüme-topallama süreciyle 1 saati aşkım bir süre daha sürünerek geçirmeye o anda karar verdim diyemem. Fakat yarışı ne olursa olsun yarıda bırakmayacağıma karar vermiştim.

Galata köprüsünden geçerken ve ondan sonraki yarım saatte yüzlerce kişinin beni geçmesini izledim. Burada biraz daha kişisel düşüncelerimi paylaşmam uygun olacak. 15km koşusu, hele de geçen sene yaptığım bir süre olması açısından ne kadar kendimle yarış gibi görünse de, herhangi bir spordan farklı olmayarak aslında bir rekabet içeriyor benim için. Bu rekabet duygusu, 10km'den sonra biten enerjinizi de tetiklemenizin en iyi yolu zaten. Birilerini geçmek, birilerine geçilmemek, insanın hiç gücünün kalmadığını zannettiği noktalarda adrenalin patlamaları yaratabilmek için çok faydalı. Ben de bu masum koşuda gayet rekabetçi, kendi boy/kilo oranımda gördüğüm ve elit atlet olmadığına kanaat getirdiğim herkesi potansiyel rakibim olarak görüyordum.

Şimdi bu zihniyeti müthiş bir fizik kondüsyonu ile birleştirin. Gerçekten de lise yıllarımın kondüsyonuna sahip durumdayım, üstelik çok daha güçlü bir bedenle. Fakat yarışın yarısından itibaren sürekli yanımdan birileri beni geçti. Başta rakip sayabileceğim kişiler, sonlara doğru hımbıllar, amatörler, tekerlekli sandalyeliler, bir kör koşucu; kısaca bana "yenildiğimi" hissettirecek herkes yanımdan geçip gitti.

Bir moral bozucu durumda şuydu; geçen yılki koşuda en sevdiğim şey seyirci desteğiydi. Hiç tanımadığınız insanların sizi motive etmeye çalışmaları gerçekten çok duygusal bir olay. Bu yıl seyirciler bana "haydi haydi" derken, kendimi gerçekten çok aciz hissettim. Çünkü onlar yorgunluktan yavaşladığımı sanıyorlardı ama ben yorgunluk bir tarafa, bomba gibi bir enerjiyle sakat bir dize yapıştırılmış durumdaydım. Bu da, Adım Adım organizasyonunu ve onların destek olduğu tekerlekli sandalyeli sporcuları da epey düşündüm. Adım Adım, koşarak bağış toplayan ve bu sayede engelli kişilere tekerlekli sandalye alınması gibi konularda destek olan bir organizasyon. Avrasya'da da Adım Adımcıları bol bol gördüm, bir kısmı da tekerlekli sandalye ile koşuya katılmış ama yeterli gücü olmayan heveslileri ellerinden tutarak koşuya dahil olmalarını sağlıyorlardı. Bu görüntüyü ilk görmediğimde, engelli kişiye engelli olduğunun daha çok yüzüne vurulması olarak değerlendirdiğim sahneyi şimdi daha farklı bir bakış açısıyla ele alıyorum.

Aklımdan geçenlerden biri de, onca izleyenin, aslında tembel bir pislik olduğum için yavaşladığımı düşünmemeleri için daha abartılı bir topallama tuttursam mı, yoksa dışımda olup bitenleri tamamen boşverip, tamamen kendi koşuma (yürüyüşüme) odaklansam mı sorusuydu. Pozculuğun asla tatmin getirmediğini çok önce keşfettiğimden, abartılı topallamayı boşverdim. Yine de seyircilerin yoğun olduğu noktalarda sakatladığım için yavaşladığım anlaşılsın diye daha fazla zorlayarak hızımı arttırmış olabilirim (sanırım yine sınıfta kaldım).

Gülhane Parkı'nın içinde, insanlar son yokuşta güçlerinin son aşamalarını ter içinde kullanırken benim terim çoktan kurumuş, nefeslerim gayet düzenli, parkın yüksek ağaçlarına ve o ağaçlardan sızan güneş ışınlarına bakıyordum. Sultanahmet'e vardığımızda seyirciler artık iyice konuya odaklılardı, bir kişi pişik olup olmadığımı sordu, sorunun dizim olduğunu söyleyince "koşma" dedi, içimden teşekkür ettim bu öneriye. Başka bir seyirci de yarış sonunda mutlaka masaja gitmem konusunda telkine bulunuyordu, ona da eyvallah anlamında olduğuna inandığım bir işaret yaptım. Son 50 metrede yanımdan geçen bir delikanlı dönerek beni motive etmeye çalıştı yine, ona da sorunun dizimde olduğunu açıklamak zorunda kaldım. Bu arada koşmamıştım ama 6-7km boyunca saçma bir yürüyüş ritmiyle topallamak, sağ ayağamı ve bacağımı epey zorlamıştı.

Koşu biterken süreyi gördüm, 1 saat 50 küsür dakika. Üzüldüm ama güldüm de. Geçen yıldan çok daha iyi bir dereceyi hedeflerken, olabilecek en kötü durumda ne sürede koşabileceğimi görmüş oldum bu yıl.

Sonuç? Her şeye değerdi. Tüm o zavallı dakikalar, sürünmeler... Birlikte koştuğum onca milletten insanla aynı amaç için, sadece ilerlemek için bunları yaşamak... Çok güzeldi. Eve döüşte biraz sorun yaşasam da 12.30 civarı eve ulaşmıştım ve duşumu alıp karımın beni karşıladığı "anne böreği" ve çayla kendimi huzurlu pazarın kollarında dinlenmeye verdim. Bir Avrasya da böyle sona erdi.

Derece bilgilerim:



12 Ekim 2010 Salı

15 km Antremanı

Geçen hafta çarşamba akşamı (6 Ekim 2010) bantta hiç durmadan 15 km'yi tamamlamayı başardım. Süreleri 5 km'lik dilimlerle aklımda tutmaya çalıştım ama ne yazık ki bu yazıyı yazana kadar uçtular aklımdan. Toplamda 1 saat 22 dakika gibi bir zamanda koştum.

Koşu boyunca nabzımın hiç durma ihtiyacı hissedecek kadar yükselmemesi oldukça güzeldi. Antreman sonunda uzun bir esneme çalışması yaptım. Eve geldiğimdeyse, yemek bile yiyemeyecek kadar bitap düşmüştüm. Aşırı yorgunluk gerçekten insanı çok yıpratabiliyor. Duşta durup dururken ağlayacak gibi oldum. Yemekten sonra birazcık kendime geldim. Ertesi günse, bütün gün hayalet gibiydim.

Hafta sonu havanın soğuk olmasını da kendi kendime bahane ederek dışarıda bir antreman yapmadım. Bu hafta sadece 1 antreman daha yapıp çalışmaları tamamlamayı düşünüyorum. Yarın 10 km'yi tempolu bir şekilde koşacağım. Bugün ve perşembe de cross training aletinde 20 dakika yüksek tempoda çalışabilirim.

Dizler iyi, ayaklarda bir yara yok. Hava durumunda bir değişiklik olmazsa hafif serin ve yağışlı olacak yarış günü. Güneşli olmasındansa bulutlu havayı tercih ederim ama yağmur yağarsa koşmak zor olabilir.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Bariyerleri Aşmak

Önümdeki en önemli iki psikolojik bariyeri aştığım akşam oldu bu akşam bantta.

1 saat bariyerini 65 dakika koşarak aştım, bu sürede 12 km koşarak da 10 km adlı psikolojik sınırımı geçmiş oldum.

Oldukça yorucu bir antremandı, 5 ve 10. km'leri geride bıraktığımda 1,5 dakikalık iki hızlı yürüyüş temposuna düşmek zorunda kaldım. ilk 5 km'yi 26 dakikada, 10 km'yi ise 53 dakikada geçtim.

Antreman sonrasında uzun bir süre esneme çalışması yaptım. Yatmadan önce bir esneme çalışması daha yapmak zorunda kaldım, zira uzun koşuların acısı en çok sırtımdan çıkıyor.

26 Eylül 2010 Pazar

Gelişim Sürüyor: Açıkhavada 8,5 km

Bu haftaki spor programım şöyleydi; pazartesi ve salı ağırlık çalışmaları, çarşamba salonda 10 km koşu, perşembe ve cuma ağırlık çalışması. Cuma gecesi, cumartesi tüm gün oldukça yorucu geçti, dışarıda annem ve babamla birlikte bol bol gezdik Aygül'le.

Bugün nihayet kendimi dinlenmiş ve enerjik hissettim. Sabah kahvaltımı güzel ve bol enerji alabileceğim şekilde yaptım ve öğleden sonra da önce kahve içtim, sonra da koşuya 1,5 saat kala bir elma yedim.

Saat 18.00 gibi dışarı çıktım. Hava oldukça güzeldi. Koşmaya başlarken nabzımın geçen seferki gibi hızlı bir şekilde yükselmeyeceğini hemen anladım. Zaten bu sefer nabız ölçer bantını göğsüme takmadan çıkmıştım.

Toplam 8,5 km mesafeyi 49 dakikada koştum. Aslında süre daha kısa olabilirdi ancak koştuğum ormanlık bölgedeki sokak köpeklerinden yer yer tırstığım için yürüyüş hızına geçmek zorunda kaldım 3-4 sefer. Koşuyu bitirdiğimde hala kendimi enerjik hissetmek muhteşemdi. Ne nefes nefese kaldım, ne de dizimde bir arıza oldu. Sadece delicesine bir ter attım. Koşuya çıkmadan tartılmıştım, döndüğümde 1,3 kg daha hafif çıktım. İşte buna su kaybetmek deniyor dostlarım. Geldiğimden beri lıkır lıkır su içiyorum. İzotonik içeceklere de başvurabilirim belki sonraki antrenmanlarda.

Yarıştan önce 2 hafta sonu kaldı sadece. Bundan sonra bantta hız, dışarıda mesafe odaklı antrenmanlar yapmayı düşünüyorum. 13 ya da 14 Ekim'de son anteranmanı yaparım herhalde.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Totodan Çıkan Antrenman

Öğlen salona indim ve bam! 51 dakikada 10 km koştum. 10 km barajına ulaştığım ilk antrenman bu geçen yılki koşudan beri.

Aç karna ve basık bir salonda tek başıma bu mesafeyi bu sürede koşmak, inancımı tazeledi. 15 km için geçen yılki değerimin altına inme konusunda motivasyonum tam.

12 Eylül 2010 Pazar

Mavi Düğme

(Ölümsüz Öyküler antolojisinde yayınlanmış eski bir öyküm olan Mavi Düğme'yi blogumdan da paylaşayım istedim)

Bundan bir buçuk, iki ay önceydi. Öğleden sonraydı ve dersim yoktu, havanın da güzelliği eklenince, etrafta aylak aylak dolaşmak için içimde uyanan sevimli arzuya kulak asmamak olmazdı. Ana caddeleri oldum olası sevmedim, hele sonbaharlarda daha bir kaçarım caddelerden. Kalabalık, terbiyesiz, içi boş kutular gibi gelir bana büyük caddeler. Böyle bir günde dolaşmak için sıcacık ara sokaklar gibisi yoktur. Hem minik, kendi ruhlarını taşıyan dükkânlarını severim ara sokakların, hem de sakin, huzurlu apartman önlerini.

Bundan bir buçuk, iki ay önceydi. Ankara’da çok ilginç sokaklar vardır ve ben en ilgincini o gün keşfettim. Eve dönüş yolundan iyice sapmıştım ve öğleden sonra güneşi yavaş yavaş akşamüstü güneşi gibi davranmaya başlıyordu. Bu yüzden doğu-batı eksenine paralel sokaklar bulmaya çalışıyordum. Geçkin ama sıcak güneşin büyülü gölgeler yaratabileceği sessiz sokaklar. İyice dolaşmıştım ve artık nerelerde olduğumu tam olarak kestiremiyordum.

İlk defa o gün gördüm o manifaturacı dükkânını ve tarif edilemez sakinlikteki vitrinini. Derin uyku sessizliğinde bir sokaktaydım. Sokağın sonunda bir bahçe gördüm ve ağaçlara bakmak istedim. Biraz daha yaklaşınca buranın sokağın sonu olmadığını anladım. Bahçenin yanına, sağa sola sapıyordu yol hafif bir yokuş duruşuyla. Tam o köşede insanüstü varlıklar tarafından biz acizlere biraz daha umut aşılamak için yapılmış gibi duran o eşsiz “Mavi Düğme Manifatura”yı ve benim dünyam kadar karışık ama sevgilimin dünyası kadar da dingin duran vitrinini görüm.

Önce olduğum yerde bir süre kalakaldım ve gülümsememe engel olamadan, hatta gözlerimi kocaman açarak, Ankara kedisinin tüyleri gibi yumuşacık bu manzarayı seyrettim. Gördüklerim o kadar etkilemişti ki beni, bir an sanki yavaşça alçalan güneşin şarkı söyler gibi olduğunu düşündüm. Birden toparlandım ve şarkı söyleyenin Müzeyyen Senar; sesin geldiği yerin de Mavi Düğme’nin içindeki muhtemel bir eski radyo olduğunu anlayıp güldüm. Vitrine biraz daha yaklaştım. Nasıl anlatacağımı bilemiyorum, ama deneyeceğim. Yüzlerce, binlerce, minik rengârenk düğmeler, iğneler, iplikler, saç tokaları, kumaş parçaları canlandırın önce gözünüzün önünde. Sonra bu şeyleri inanılmaz bir düzen içinde, ama resmi, askeri disiplinli anlamında değil, doğadaki gibi bir düzen –ya da karmaşa demeliyim belki- içinde usulca yerleştirin vitrine, sonra biraz toz serpin, ama çok az ve en sonunda usulca güneş ışığı üfleyin tüm bunların üzerine. Aslında küçük bir ayrıntı ama radyodan gelen Türk sanat müziğini de unutmamalısınız. İşte size Mavi Düğme Manifatura’nın beni kalbimden vuran vitrini.

Sizi bilmiyorum ama ben o gün verdim kararımı. Ben o vitrine yerleşmeye karar verdim. Bundan sonra orada yaşamaya ve minik düğmelerle arkadaşlık edip, ağaçları seyretmeye. Batan güneşle selamlaşmaya ve dünyanın en güzel müziğiyle uyumaya.

Tabii bunu bir mübalağa olarak alabilirsiniz, ama ben çok ciddiyim. Bir buçuk iki aydır her gün –ya da en azından gün aşırı- o sokağa gidip, dükkâna yaklaşıp, vitrine bakıyor ve –bazen- saatlerce seyrediyorum bu dingin dünyayı. Dükkân sahibiyle önce tanışmak istemedim. İçimden bir ses onun varlığının bu büyüyü bozma tehlikesi olduğunu söyledi hep. Ama er ya da geç bu tanışmanın gerçekleşeceği belliydi. İlk bir hafta oldukça kayıtsız kaldı, hem dükkân sahibi hem de arada bir gelip giden, ellerinden tuttukları çocuklarını çekiştiren müşteriler. İlk önce bir çocuğun dikkatini çektim zaten.

-“Bu adam neye bakıyor anne?” diye sordu ufaklık.

Annesi kafasını kaldırıp bana baktı. Ben gülümsedim ve başımı hafifçe eğerek selam verdim. Kadın istemsizce gülümsedi ve kayıtsız bir edayla oğluna dönüp:

-“Ben ner’den bileyim?” gibi bir şeyler söyledi. Ben tam yeni ayrıntılarını keşfetmek üzere vitrine dönüyordum ki, dükkân sahibi, yaşlıca ve beyaz saçlı, ve bir o kadar da gözlüklü bir şekilde yanıma gelip, Nubar Terziyan bir ses tonuyla sordu:

-“Ben de merak etmeye başladım. Neye bakıyosun? Önce değerli bir ceketin ya da yeleğin kopup kaybolan ama bulunması gereken bir düğmesinin eşini aradığını düşündüm dalgın dalgın. Sonra zararsız bir deli olduğunu ve her gün gelip bu ıvır zıvırı saydığını düşündüm. Ama bakışlarındaki o garip parıltıyı fark ettiğimden beri başka bir amaçla buraya geldiğinin farkındayım. Artık bana da söylemenin zamanı geldi, neye bakıyosun kuzum sen?”

Elimden geldiğince açıklamaya çalıştım, tüm hayatım boyunca aradığım huzuru dükkânının vitrininde bulduğumu, Mehmet Amca’ya. Samimi bir adamdı. Bana hak vermese de ne demek istediğimi anlamıştı. Ona bir zarar vermeyeceğimi de. Birlikte çay içip sohbet ettik. Daha sonraki günlerde arkadaşlığımız ilerlemeye başladı ve ben gerçek niyetimi açıklama cesareti buldum.

-“Mehmet Dayı ben senin vitrinine yarleşmek istiyorum. Yerleşmek ve hep orada kalmak. Bunun için senin iznine ve yardımına ihtiyacım var.”

Beni tanıdığı kadarıyla şakadan ve gülmekten hoşlandığımı bilen Mehmet Dayı önce ciddiye almadı tabii ki bu teklifimi. Ama ben çok ciddiydim.

-“ Bunun için istediğin bedeli ödeyebilirim.”

Önce bana boş boş baktı. Sonra:

-“Yavrucuğum sen iyi misin, tansiyonun mu düştü?” diye sordu.

Ama ben pes etmeyecektim. Artık bakmak yetmiyordu bu hazineye. Onun içinde yerimi almalıydım. Tek sorun bunu nasıl yapacağımdı.

-“Mehmet Dayı ben çok ciddiyim. Haftalardır bu vitrini seyretmeye geliyorum ve bunu ne kadar yürekten sevdiğimi artık senin de bildiğine eminim. Lütfen bana izin ver, huzura kavuşmam bu işe bağlı.”

Mehmet Dayı, sevimli insan, artık ciddi olduğumu anlamıştı ve istediğim şeyin bedelini de az çok tahmin edebiliyordu. Bakışları donuklaştı ve yerdeki döşemede kilitlendi. Bir süre sessizce bekledik. İlk o konuştu:

-“Seninle çok iyi anlaşıyorduk.”

-“Bu daha iyi ya, hem sevdiğin bir şey olacak vitrinine eklediğin, hem de sevdiğin biri olacak yanından ayrılmayan.”

-“Ama evlat, bunu iyi düşündün mü? Yani verdiğin kararın ne kadar zor olduğunu biliyor musun?”

-“Haftalardır başka bir şey düşündüğüm yok. Hayatı çok seviyorum ama benim için fazla zor. Beni seven insanların aslında beni sevmediklerini biliyorum. Ne kadar çalışırsam çalışayım hep daha uzaklarda bir hedef ve hep benden daha çok çalışmış bir başkası olacak. Ve en kötüsü ben ne kadar seversem seveyim, hep bitecek aşk. Gidenleri unutamadan hayatıma devam edemiyorum Mehmet Dayı. Ama unutmayı başarırsam artık yaşamamın bir anlamı kalmaz, bir taşa dönüşürüm o zaman. İşte bu yüzden bana izin ver senin vitrininde kendi sonsuzluğumla yüzleşeyim.”

Mehmet Dayı’nın gözlerinden birkaç damla yaş, önce tombul yanaklarına süzüldü, sonra oradan küçük ayakkabılarına damladı. Daha fazla uzatmayacağını anladım. İlk baştaki görüşüm tamamen yanlış çıktı. Değil bu büyüyü bozmak; daha da yüceltiyordu Mehmet Dayı’nın varlığı burayı. Ondan duyduğum son söz;“Tamam” oldu ve bir daha da konuşmadık.

Sonraki üç gün gitmedim Mavi Düğme’ye. Hazırlıklarımı tamamlamalıydım. Gerçi bu fikir aklıma geldiğinden beri başlamıştım toparlamaya işleri, ama son anda yapılması gereken şeyler de vardı. Bir mektup yazıp yakınlarıma postaladım. Uzun bir seyahat, ya da bir terk-i diyar niyetinde olduğumu tahmin ediyorlardı herhalde. Ben de bu doğrultuda uzaklara gittiğimi falan yazdım. Çiçeklerimi alt komşum ve neredeyse hiç konuşmadığım Hafize Hanım’a bıraktım. Sevimsiz biriydi, ama balkonuna bakan herkes onun çiçek yetiştirmedeki başarısını takdir ederdi. Zaten insanlarla iyi geçinmeye gerek yok, çiçeklerle güzel bir dostluk kurabilmek için. Son olarak sevgilimle buluştum. Burası işin en zor kısmıydı. Anlatsam beni anlardı, ama gitmeme dayanamazdı, bu yüzden olağanüstü bir başarıyla artık bu ilişkiyi yürütemeyeceğim rolünü oynadım. Bir aydır ona zaman ayıramamamdan yakınıyordu ve belki o bile düşünmüştü ayrılığı. Bir şey fark ettirmemek için yeterince üzgün göründüm. Her şey tamamdı.

Sabah erken kalktım. Son kahvaltımda zeytin yedim ve çay içtim. Evden çıktıktan sonra sevdiğim yerlerden son kez geçtim. Hiçbir şey gelmiyordu aklıma. Hissettiğim şey ise; ne hüzün ne mutluluk. Son derece sakindim, adeta gideceğim yeni yere uyum sağlamak istercesine. Öğlene doğru geldim Mavi Düğme’ye. Mehmet Dayı uyukluyordu. Bir şey söylemeden, olgun bir gülümsemeyle, öksürerek geldiğimi haber verdim. Yerinden kalktı ve dükkânın kapısını kapattı, sonra da kilitledi. Kararımdan dönme ihtimali var mı diye iki kez kontrol etti bakışlarımı, üzgün gözlerle. Sonra tezgâhın arkasına eğilip, epey derinlerden bir tabanca çıkardı. Cebindeki saati eline aldı, bir bakıp tekrar yerine koydu ve eski tabancasını bana doğrultup beklemeye başladı. Gözlerindeki korku ve endişeyi silmek için sessizce bir melodi mırıldanmaya başladım. Bunun onu rahatlatacağını düşünmüştüm. Mahallenin camisinden bir mikrofon sesi geldi sonra ve tam öğle ezanı okunmaya başladığında tabancasını ateşledi. Son gördüklerim alnındaki terdi.

Mehmet Dayı adaşı Mehmet’i tam kalbinden vurmayı başarmıştı. Hemen yere yıkıldı Mehmet. Mehmet Dayı silahını aldığı yere koyup içeriden bir sandık getirdi. Önce binbir güçlükle Mehmet’in bedenini büyük bir çöp torbasına koyup sıkıca bağladı. Sonrada bu torbayı –ki Mehmet’ten başkası değildi içindeki- sandığa yerleştirdi özenle. Sandığı kilitleyip anahtarını daha sonra biryerlerde unutmak üzere cebine koydu. Sonra artık tükenmekte olan gücüyle sandığı vitrine doğru itip camekânın karşısında duran incik boncuk dolu tezgâhın altına itinayla dayadı. Her şey tamamdı artık. Kapıya gidip kilidi açtı ve sonra da kapıyı. Koltuğuna yerleştiğinde öğle namazını kaçırdığından başka bir şey değildi canını sıkan.

11 Eylül 2010 Cumartesi

Bayram Haftası, Dışarıda İlk Antreman

Bu hafta iki kez (pazartesi ve salı) salonda cross training aletinde 30'ar dakikalık kardiyo çalışmaları yaptım. Nabız 130-135 arasında tutuldu ama zorluk derecesini 5-6'ya çıkardığım oldu. Tork yükseltme operasyonu iyi gidiyor diyebiliriz.

Bayramın ilk günü olan çarşamba Büyük Ada'daydık. 2 saatlik bir bisiklet turu attık, sıcak hava ve kalabalık çok yorduğu için perşembeyi dinlenerek geçirdim. Bugün nihayet cesaretimi topladım ve açıkhavadaki ilk antremanıma çıktım.

Zamanlama çok iyi olmadı. Kahvaltıda henüz anreman saatimi planlamamış olduğum için tercih etmeyeceğim şekilde ağır yedim. Normalde bir muz daha iyi olabilirdi koşmadan önce. Ayrıca sanırım çok heyecanlandığım için nabzım daha yürürken 120'yi geçmeye başladı, normal yürüyüş nabzım 105'lerde gezer.

Sonuç olarak 7,4 km koştum. Nabzım genellikle 170'in üstündeydi, 2-3 kez yürüyüşe geçip nabzımı dengelemek zorunda kaldım. Toplam sürem: 48 dakika. Bantta yaklaşık 1 hafta aynı sürede önce 9 km koştuğumu düşününce moralim bozuluyor biraz. Öte yandan 50 dakikaya yakın bir zamanda ayağımda çok az tahriş olması da sevindiriciydi. Dizlerim de adamantiyumdan yapılmış gibilerdi, tık demediler.

Avrasya'dan önce 4 hafta sonu var. Önümüzdeki hafta sonunda 60 dakika sınırını geçmek istiyorum. Sonraki 2 hafta sonunda da 15 km koşacağım sanırım. Bu arada son 2 hafta koşu bantında da 15 km'lik simülasyonlar (köprünün eğimi, Yıldız'a çıkan rampa ve son olarak etap sonundaki Gülhane tırmanışı) yapmayı düşünüyorum. Arada fırsat bulursam akşamları da dışarıda koşabilirim.

5 Eylül 2010 Pazar

Koşu Antremanları

Önceki bölümler: Koşmak Üzerine Notlar ve Koşuyla Aramdaki Engeller.

Bir süredir salon antremanlarında koşu bandı üzerinde yavaş yavaş maraton için ısınıyorum. Bunun için uygulamaya başladığım sistem şöyle:

Hafta içi büyük bir aksilik olmadığı sürece 5 gün spor salonunda ağırlık çalışıyorum. Ağırlık çalışmalarının sonunda, bir gün glide-x denilen sopalı adımlama aletinde nabız 135 ortalama tutturarak en az 20 dakika sabit kardiyo çalışması yapıyorum. Bunun faydası, kalbimin her seferinde bu hareketi daha az nabızla yapabilmesi, böylece nabzı sabit tutarken zorluk derecesini gittikçe arttırabilmem.

Diğer günlerde de koşu bandında çalışıyorum. O günkü moduma göre, 20 dakika, gittikçe artan hızla koşmak da olabiliyor bu antreman (15 seviyeye kadar çıktığım oluyor), uzun mesafe sabit hız koşmak da. Koşarken nabzım 150'nin üzerinde oluyor genellikle. 170'i çok geçmemeye çalışıyorum. Glide-X çalışmalarının hızlı koşma nabzımı ayarlamamı kolaylaştırmasını umut ediyorum.

Bu arada ufak ufak uzun mesafe antremanlarına da başladım. Geçtiğimiz hafta iş yerindeki salonda 6 km'den biraz fazla koşmayı başardım. Dün de 47'30" sürede 9 km koştum. Bu mesafe geçtiğimiz Ekim'den beri koştuğum en uzun mesafe. Bu hafta açıkhavada koşulara da başlamayı planlıyorum. Gerçek zemin ayak tabanını ve bileğini koşu bantından daha farklı etkilediği için bu açıkhava antremanları da Avrasya öncesinde çok önemli.

Tüm bu antremanlarda iki önemli nokta için çalışıyorum: 15 km mesafeyi rahat raha çıkartabilmek (ayak, bilek, diz, kalça vs sakatlamadan ve nefesim tükenmeden) birinci önceliğim, ikinci önemli konu da bu mesafeyi geçen yılki derecemden daha iyi bir zamanda koşmak.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Koşuyla Aramdaki Engeller

Koşmak Üzerine Notlar yazısının ikinci bölümü.

Koşmayı ne kadar seversem seveyim, koşarken çocukluğumdaki gibi sadece düşmemeyi başarmaktan daha fazla dikkatli olmam gerekiyor.

Mayıs ayında bir öğlen, baş dönmesi, daha doğrusu "fenalaşma" şikeyetiyle şirket doktoruna gittim. Tansiyon, kan şekeri gibi ilk bakılacak konulara bakıldı ve dikkat çekici bir veriye rastlanmadı ancak kendime de gelemedim bir türlü. O hafta bu fenalaşma hali tekrar edince, hastaneye giderek kapsamlı bir muayeneden geçmeye karar verdim. Yakın zamanda Koç Spor Şenliği'nde Tofaş basketbol takımında oynarken bir antreman sırasında da nabzım 200'lere çıkmış, kısa sürede normale dönmesine rağmen koçu ve beni tedirgin etmişti. Ailemde hem anne, hem de baba tarafından kalp hastalığını miras olarak edinmiş biri olarak ilk önce kalp doktoruna göründüm. Eforlu elektro adlı, ailemde by-pass operasyonu geçiren bir çok kişiden bildiğim eziyetle de tanışmam böyle gerçekleşti. Kan, idrar testleri, hatta nöroloji muayenesinden de geçtim ama bir soruna rastlanmadı. bu kontrollerden çıkan tek sürpriz şuydu: kaka kolestrolüm sınır seviyeye yaklaşmıştı.

Kendimi hala genç olarak gördüğüm için kolestrol sorunu yaşama ihtimali bir anda beni sarstı ve o zamandan veri beslenmeme ve egzersizlerime büyük dikkat gösterdim. Haziran ayında şirketin spor odasında yeniden başladığım düzenli ve sık egzersizlerle, 1 ay içinde %23 olan yağ oranımı %18'e, daha sonraki ay da %13'e düşürmeyi başardım. Bu arada kilo kaybımı da kontrol ederek zayıflamadan yağ yakmayı -hayatımda ilk defa- başardım.

Fakat kardiyo çalışmalarını yaparken kalp doktorunun da ısrarla önerdiği şekilde, 160'lara çıkmayı falan düşünmeden, 130'larda bir nabızla koşu yapmaya çalıştım uzun süre.

Özetle, ilk sorunum, nabzımı çok yükseltmeden uzun bir aralıkta koşabilmeyi başarmak. Bunun için de gerçekten ciddi bir süreçte uzun mesafeye geçebildim. Uzun bir süre sadece 20 dakika koşabiliyordum, o da oldukça yavaş bir hızda.

Gelelim ikinci derdime; üniversite yıllarında hatalı ayarlanmış bir kayak bağının, düşe kalka kaydığım bol karda kayakları ayağımdan hiç çıkarmaması üzerine dizlerimde başlayan bir ağrı ve muayenede ortaya çıkan üzücü sonuç: çapraz bağların kopması.

Her iki dizimde de bağlarım 10 yıla yakın bir süredir sorunlu. Düzenli çalışmalarla, günlük hayatta bu sakatlığı hissetmemeyi başardım, ancak 15 km aralıksız koşmak, dizler için gerçekten de oldukça zorlayıcı olabiliyor.

Kondisyonumu toparladığımda, yani 1,5 saat boyunca koşabilecek duruma geldiğimde bu defa dizlerimi koruyarak koşma eğitimi başlıyor. Enerjimin seviyesi ne olursa olsun, koşu sırasında dizlerimden birisi kitleniverdi mi, ne yaparsam yapayım koşmaya devam edemiyorum. Dizim bir sopa gibi durmak, kesinlikle bükülmemek için bana her türlü acıyı hissettiriyor ki, ben de durup onu dinlendireyim.

Dizleri 15 km koşuya hazırlarken, antreman aralıkları, türleri, süresi çok önemli, ama en önemlisi insanın kendi bedenini dinlemesi. Dizlerim bana sinyal gönderdiği anda kendimi ne kadar motive hissediyor olursam olayım, antremanı orada bitiriyorum. Böylece dizler de yavaş yavaş daha uzun süreleri ve mesafeleri çıkartabilir duruma gelmeye başlıyorlar.

Geçen yıl 15 km mesafeyi sorunsuz bir şekilde 1 saat 25 dakikada koştuğumda dizlerimde hiç bir sorun olmamıştı, ancak şu anda antremanlarımda henüz 10 km bile koşamıyorum. Yine de geldiğim nokta umutlanmam için yeterli. 1 aydan uzun bir zamanım var ve kendime iyi bakıyor, geçen yıldan da daha sık antreman yapabiliyorum. Umarım 17 Ekim günü de ne olursa olsun koşuyu bitirebilecek kadar düzdün çalışacak dizlerim.

Koşmak Üzerine Notlar

Geçen yıl da bir özet yazarak başlamıştım Avrasya hikayesine ancak oldukça kısa bir giriş olmuştu, aynı yazının derinleştirilmiş versiyonuna hoş geldiniz.

Geçen yıl Avrasya'da ilk defa 15 km koşarak kent koşuları maceramı başlatmış olmuştum. Bu yıl da kaydımı yaptım ve 17 Ekim'de koşulacak olan Avrasya Maratonu'nda 15 km koşacağım yine.

Koşmakla ilgili ilk anılarım, evimizin arka bahçesinde -ki bir apartmanın arka bahçesi için epey geniş sayılırdı- 5-6 yaşındayken her koşuşumda düşmem ve dizlerimi kanatmamdır. Neyseki ergenliğe girince bacaklarım öyle bir kıllandı ki, dizlerimdeki orta dünya atlası görülmez oldu.

İlkokul ve ortaokulda hızlı koşmak çok önemsediğim bir şeydi. Özellikle ilkokulda yaptığımız koşu yarışlarında birinci olmak çok önemliydi. İki oğlan çocuğunun bir takım oluşturduğu "atçılık" oyunumuzda birimiz diğerinin önlüğünün arkasını tutar ve bu şekilde ikili olarak yarışlar yapardık. İlter'le ve Gürkan'la kurduğumuz ekipler çok hızlıydı ama en efsane atçılık partnerim sanırım Özden'di.

Ortaokulda hayatımıza basketbolun girmesiyle koşu, futbol ya da basketbolda yeteneği olmayanların yaptığı bir spor gibi görünmeye başladı ve gözümüzde önemi azaldı, bir istisnayla; yılda sadece bir kaç beden eğitimi dersimizde yaptığımız kır koşularında. Bu koşularda okulun kent dışında olmasının da avantajıyla, sınıf olarak dağ bayır aşıp, köyler içinden geçip, eski adıyla Orduzu, yeni adıyla Pınarbaşı adlı baraj gölü yanındaki mesire yerine ulaşırdık. Orada biraz takılıp dinlendikten sonra, geri dönüş koşusu başlardı ama bu defa sınıf olarak birlikte koşmaz, bunun yerine herkesin kendi temposun koşmasına, daha doğrusu yarışmamıza izin verilirdi. Cross-country dendiğini o zaman biliyor muyduk emin değilim ama bu koşularda hırsım ve testosteronum tavan yapar, ne yapıp edip tüm gücümü kullanarak ilk 3 içinde -çoğu zaman birinci- olmayı başarırdım.

Üniversite, sigara ve alkolün, sınav stresi yıllarının ardından göt yayma evresiyle birleşmesiyle sporun bir anda hayatımdan çıktığı, kilo alıp hımbıllaşmaya başladığım dönem oldu. Bir şekilde okul bitmeden sigarayı bırakmayı (2 yıl sürecek bir bırakma) başardığımda da döndüğüm ilk spor, çocukken de yaptığım ilk spor oldu: koşmak. Bilkent'in Bahar Koşusu adlı cross-country koşusuna hazırlandım. Bunun için haftada 3-4 kere evin dışında, Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nün Çankaya Caddesi sınırında gidip gereler tamamladığım 8 km'lik bir parkuru koşuyordum. Sonunda bahar koşusunda 600'ü aşkın katılımcı arasında 57. olmayı başardım. Güzel bir histi.

2005'te ikinci defa -bu sefer kalıcı olarak- sigarayı bıraktım. O zamandan beri de spor düzensiz de olsa hep hayatımda. Spor salonunda fitness ve ağırlık çalışmaları, şirket takımlarında basketbol ve nihayet geçen yıl hayatıma giren Avrasya Maratonu ile uzun mesafe koşular.

Bir sonraki yazımda, karşıma engel olarak çıkan konuları özetleyeceğim. Daha sonra da bu yılki hazırlıklarımı anlatmaya başlıyorum.

11 Mart 2010 Perşembe

Manyak Bir Sürücünün İtirafları

Ben bir trafik canavarıyım. Siz caddede sakin sakin yol alırken sağınızdan hızla geçip önünüze giren ve fren yapan şoför benim. Sokaklarda daha hızlı gitmeniz için arkanızdan sürekli far yakan, eğer yol vermekte geciktiyseniz, sollarken mümkün olan en yakın noktaya kadar otomobilinize yaklaşıp, size pis pis bakan, ve sonra vites küçülterek gaza basan benim. Ben, sizi heyecanlandıran, istemeseniz de küfür etmenize neden olan, hatta bir "kapışma" için sizi kışkırtan sürücüyüm. Ben sizin trafikteki kabusunuzum. Ben bir trafik ejderhasıyım!

18 yaşıma girdikten çok kısa bir süre sonra ehliyetimi aldığımda, otomobil kullanmayı zaten biliyordum. İlk yıllarda acemilikten olsa gerek, biraz daha çekinceli ve yavaş bir sürücüydüm. Trafikte tecrübem arttıkça da, karayollarının amacının bizi bir yerlere ulaştırmak olmadığını fark ettim. Karayolları bir "cangıl"dı aslında, ve amaç bir yerlere ulaşmak değil; hayatta kalmaktı.

Bu gözlemi önce reddetmek istedim. Ne de olsa, ben sürekli okuyan, sanatın çeşitli dallarında hem amatör hem profesyonel faaliyetlerde bulunan çağdaş bir üniversite öğrencisiydim. Medeni bir insan olarak trafikte yavaş olmam beklenirdi. Ancak trafikte yavaş gitmenin hayatımı daha çok tehlikeye soktuğunu görüp, gerçeği kabullenmek zorunda kaldım. Madem bu bir hayatta kalma savaşı; o zaman ben, hayatı tehlikede olan değil, başkasının hayatını tehlikeye atan olacaktım.

Bu sert sözlerime bakmayın. Aslında benim agresif sürüşüm yüzünden benimki dışında hayatı tehlikeye girmiş bir sürücü bulunduğunu sanmıyorum. Genel kanının aksine, bir trafik canavarı için beceri, diğer sürücüleri rahatsız etmek değil; onları normal gidişlerinden alakoymadan "aralarından" dolaşarak, "en hızlı" rekoru için çaba sarfetmektir.

Ancak bu sanıldığı kadar kolay bir şey değil. Eğer risk alma seviyeniz diğer sürücülerden yüksekse, çoğu zaman hak etmediğiniz tacizlere maruz kalırsınız. Makas atarken önüne kırdığınız bir sol-şerit-kaplumbağası, fren yapmasına sebep olmadan hızla yolunuza devam etseniz bile, arkanızdan çılgınca far yakmaya başlar. Amacı sizi uyarmak değildir, "aman dikkat çok hızlı gidiyorsun, başına bir şey gelecek!". Burada amaç, küfretmektir. Çünkü siz ondan hızlısınızdır.

Çok önemli bir noktadan söz etmenin tam zamanı. Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, yazımın başından beri, yavaş ve hızlı gitmekten bahsediyorum. Özellikle değinmediğim nokta: Dikkat. Hep yavaş sürücülerin daha dikkatli olduğu zannedilir. Oysa yavaş otomobil kullanmak, reflekslerinizi zayıflatır, uykunuzu getirir, ve dikkatinizin kolayca dağılmasına sebep olabilir. Hele uzun yolda otomobil kullanırken yavaş bir tempoda gitmeyi tercih ederseniz, uykunuzun gelme ihtimali tehlikeli derecede artar.

Öte yandan, süratli bir sürücünün kalp atışları daha hızlıdır, çünkü sürat adrenalin salgılanmasına sebep olur, ve bu da dikkatin çoğalmasına ve tüm bedenin her türlü reflekse hazır hale gelmesine neden olur. Siz yavaş yavaş yol alırken, sağınızdan ya da solunuzdan ok gibi geçen bir aracın sürücüsü -usta trafik canavarlarına özenen bir amatör olmadığı müddetçe- sizden çok daha uyanık ve dikkatlidir.

Tabi belirtmemiz gereken başka bir konu da alkollü otomobil kullanmak hakkında. Yine çoğunuzun zannettiği gibi, bir trafik canavarı olarak ben, alkollü otomobil kullanmam ve kullanılmasına da şiddetle karşı çıkarım. Burada dikkati çekmemiz gereken bir konu çıkıyor karşımıza yeniden: İçip içip etrafta terör estiren yeniyetmeler ya da sorumsuzlarla profesyonel trafik canavarları arasında çok net bir ayrım var. Bir trafik canavarı -çok önemli bir kapışma söz konusu olmadığı taktirde- asla başka sürücülerin hayatını sorumsuzca tehlikeye atmaz.

Çok önemli bir kapışma söz konusu olmadığı müddetçe!.. Açık sözlü olmalıyım, bizlerin de bazı kusurlu tarafları, zayıf noktaları var. Eğer otomobilinizi diğer sürücülerden daha iyi kullanıyor, ve bundan keyif alıyorsanız, sizin gibi başka birinin gelip sizin keyfinizi bozması pek hoş olmuyor, ve yarış ya da kapışma başlamış oluyor.

Hepiniz trafikte arka arkaya giden süratli otomobilleri görmüşsünüzdür, bu konuda fazla bir şey söylemeye gerek yok. Kolayca tahmin edilebileceği gibi, iki trafik canavarı yarışmaya kalkarlarsa, hele bir de sürücülük deneyimleri birbirlerine yakınsa, ortada gerçekten büyük bir tehlike var demektir. Birinin mutlaka yenilgiyi kabul etmesi gerekir. Yenilen sürücü kendini şöyle kandırır: "Yarışan olmazsa, kazanan da olmaz".

Bir de altlarında 150 HP'ye sahip motoru olan otomobillerle kağnı gibi giderken, küçücük bir alt sınıf otomobilin kendilerini geçmesini gururlarına yediremeyip, bilinçsizce tehlikeye atılanlar var. Üzülerek söylüyorum, bu kişiler daha çok andropoz dönemindeki sürücüler. Kaybedecek şeyi az olan insanlarla yarışmaya kalkmanın başka mantıklı açıklaması olamaz.

Peki bir trafik canavarı olarak ben çok mu güvende hissediyorum kendimi? Aslında hayır. Başıma o kadar ilginç olaylar geldi ki, hayatta kalma serüvenimin aslında çok başarılı olmadığını, gerçekten uzun yaşamak istiyorsam bunun sürücülük tekniğimle hiç alakası olmadığını anladım. Uzun yaşamak istiyorsanız, trafiğe çıkmayın; yaya olarak bile! Evde oturanlar, yolda gidenlerden daha çok yaşar.

Son olarak başıma gelen hazin bir olayı aktarmak isterim. Geçen sonbahar çok tatlı bir kızla tanışmıştım. İlk görüşmemizden sonra birkaç kez telefonla konuştuk. Uzun zamandır hiçbir kızla konuşmak beni bu kadar heyecanlandırmamıştı. Sonunda buluşmaya karar verdik. Güneşli bir Pazar günü beraber sinemaya gittik. Ancak kaderin bir oyunu sinema çıkışında bizi şakır şakır yağan bir yağmurla karşılaştırdı. Benim zayıf noktam yağmurdur. Yağmurda süratli otomobil kullanmayı deli gibi severim. Kızcağızı kaldığı öğrenci yurduna bırakırken de -bir yandan onunla sohbet etmeye devam etmeye çalışıp, ki böylece sakinleşirim zannediyordum- oldukça hızlı ve "atraksiyon"lu bir şekilde sürüp, canım arkadaşımın koltuğuna mıhlanıp kalmasına sebep oldum.

Bir iki defa daha telefonla konuştuk. Sonra bir daha görüşmedik.

Birkaç kez de ölümün soğuk nefesi denilen şeyi gerçekten ensemde hissettim. Fakat her şeyin bir bedeli var… Ben bir manyağım. Bunun tüm avantajlarını sömürüyorsam, olumsuzluklarına da katlanmalıyım.

Belki bir gün ben de uslu uslu otomobil sürmeyi öğreneceğim. O zaman gelecek olursa, bildiğim tek şey, sakin bir sürücü olarak, benden hızlı gidenleri eleştirmeden önce iki kez düşüneceğim. Yine de beni gerçekten kızdırırsa, o zaman ağzının payını alır!

Bu yazım 14 Nisan 2000 tarihinde Hürriyet gazetesinin Serdar Turgut yönetimindeki internet dergisi Agora'da yayınlanmıştı.

24 Şubat 2010 Çarşamba

Jerzy Kosinski: Yaşamak ve Yazmak

Bir yazar olarak, yazdıkları kadar, yaşadığı ilginç hayatıyla ve başından geçen oldukça sıradışı olaylarla dikkat çeker Jerzy Kosinski. Hayatındaki en ilginç ve üzücü olaylardan birisi, 8 Ağustos 1969 tarihinde seri katil Charles Manson ve satanist çetesinin, dostu -yine bir Polonyalı olan- yönetmen Roman Polanski'nin Cielo Drive'daki evini basarak aralarında Polanski'nin eşi Sharon Tate'in de bulunduğu birçok kişiyi -ki birçoğu Kosinski'nin dostudur- öldürmeleridir*. Kosinski eğer New York JFK Havaalanı'nda yanlış etiketlenmiş bagajlarıyla uğraşmıyor olsaydı, Manson çetesinin saldırısı sırasında o evde olacaktı.

Jerzy Kosinski, ülkemizde ilk kitabı Boyalı Kuş ile tanınır daha çok. Belki ilgi çekici isminden, belki de kışkırtıcı kapağından olsa gerek, benzer tarzda kitap okumamış olan bir çok kişi Boyalı Kuş'u okumuştur. Kitap, İkinci Dünya Savaşı sırasında, ailesi tarafından, güvenlik amacıyla köyde yaşlı bir kadına bırakılan küçük çocuğun, insanın tüylerini ürpertecek bir şekilde zorluklar içindeki yaşama savaşını konu alır. Burada kilit kelimeler; tüylerin ürpermesidir. Gerçekten de Boyalı Kuş herkesin kolaylıkla kaldıramayacağı miktarda vahşilik, cinsellik, ahlaksızlık ve sapıklık içerir.

Kosinski Boyalı Kuş'ta kendi çocukluğunu anlatır. Polonya'da doğmuş ve savaş sırasında Doğu Avrupa köylerini dolaşmıştır hayatta kalmak için. Yaşadığı en büyük zorluk, hiç şüphesiz son derece esmer bir çocuk olarak, Alman işgali altındaki topraklarda gittiği her yerde bir çingene veya Yahudi zannedilmesinden dolayı, basit ve yobaz köylülerce sürekli uğursuz ve aşağılık olduğu düşünülerek sömürülmesi, hatta kimi zaman öldürülmek istenmesidir. Hayatta kalmayı başarır, ve yaşadıklarını yıllar sonra yazar. Kitabın basılış tarihi 1968'dir, hem dünyada hem de Türkiye'de.

Savaş sonrası sosyalist Polonya'da öğretimini tamamlayarak doçentliğe kadar yükselen Kosinski, daha sonra bir kitabında da yazacağı gibi, oldukça maceralı bir şekilde New York'a gitmiştir. William Galo, 1977 yılına yazdığı, yazar hakkındaki bir makalesinde bu göç edişi şöyle özetler: "New York'a 20 Aralık 1957'de, bir Polonya pasaportu, cebinde 3,80 dolar ve kullanmak zorunda kalmayacağı gizli bir siyanür kapsülüyle varmıştı". Siyanür yakalandığı takdirde gerekliydi, çünkü ülkesine geri dönmeyi düşünmüyor ve bu yüzden de sahte belgelerle kaçıyordu. Kosinski, Amerika'da çok çeşitli işlerde çalışmış, kısa sürede İngilizce öğrenmiş ve bir burs almayı başarmıştır. Yaptığı işler, kamyon şoförlüğünden boyacılığa kadar geniş bir alana yayılır. National Steel Corp.'un kurucusu Ernest Weir'in dul eşi Mary ile iki yıllık bir arkadaşlık sürecinden sonra evlenir ve birdenbire yepyeni ve zengin bir çevrenin içerisinde buluverir kendini. Altı yıl evli kaldığı Mary, 1968 yılında beyin kanserinden ölür. Boyalı Kuş kitabı Mary'ye ithaf edilmiştir*. İlk kitabı Boyalı Kuş'tan bir yıl sonra, 1969 yılında ikinci romanı Adımlar yayımlanır. Adımlar, İngilizce yazılmış bir kitaptır, ve Amerika Birleşik Devletleri'nde Ulusal Kitap Akademisi'nin büyük ödülünü alır (the National Book Award). Adımlar'dan sonra Bir Yerde adlı roman gelir. Sinemaya da uyarlanan bu romanın senaryosunu yine Kosinski yazdı ve bu senaryo Altın Küre'ye aday gösterildi. Filmde Peter Sellers ve Shirley McDouglas rol almıştı. Yazarın Türkçe'ye çevrilmiş diğer kitapları; Boşluk, Şeytan Ağacı, İhtiras Oyunu ve Kör Randevudur. Kosinski eserlerinde yaşadıklarından çok farklı şeyler yazmamıştır. İlk üç kitabı belli belirsiz kendi yaşam serüveni ve Amerika'da tutunmasıyla ilgilidir. Daha sonraki eserlerinde içine girdiği ihtişamlı dünyanın karanlık yüzünü yansıtır. Kosinski'nin en büyük başarılarından biri de yazdıklarını çok kusursuz bir biçimde kurgulayıp, okuyucunun önüne mutlak ve kaçınılamaz bir gerçek gibi sunmasıdır. Hayim Zeldis, yazarın Adımlar isimli kitabını eleştirirken şöyle der: "Adımlar olağanüstü bir edebiyat başarısıdır. Tıpkı unutulmaz Boyalı Kuş'unki gibi, görüntüleri yakıcı, kanlı, gaddar... Yine de bunlar cehennem ya da hayal-bilim görüntüleri değil. Söz konusu edilen gerçekten bizim gezegenimiz."

Ancak bizim gezegenimiz Kosinski için bile dayanılmaz oldu ve 3 Mayıs 1991 günü karısı Katerina tarafından, Manhattan'daki evinin banyosunda, uyuşturucu almış ve kafasında bir naylon poşetle boğulmuş olarak bulundu4. Yazarın ilk kitabı Boyalı Kuş'un E Yayınları'ndan çıkan baskısındaki önsözünde denildiği gibi: "Kosinski yaşadıklarını yazan, yazdıklarını yaşayan bir yazardı. İnsanın acımasız, saldırgan, kötü yanlarını serinkanlılıkla gözledi ve şiddetin şiirini yazdı. Artık yazamayacağını anladığında ise, hep kol kola yaşadığı ölümle bütünleşti."

Notlar:

1: Roman Polanski o dönemde "Rosmary's Baby" filmini yeni çekmişti ve filmin konusu şeytandan hamile kalan bir kadındı. Öldürüldüğü sırada yönetmenin eşi Sharon da hamileydi. Polanski'nin o zamandan beri ilk defa şeytan konusunu işlediği ve başrolü Johnny Depp'in oynadığı "the 9th Door" filmi yakında gösterime girecek.

2: O gece öldürülenler: Abigail Folger, Jay Sebring, Woytek Frokowski ve Polanski'nin eşiyle birlikte bir film yıldızı.

3: "Onsuz geçmişimin, bütün geçmişimin anlamını yitireceğine inandığım karım Mary'ye" diye yazar kitabın başında.

4: Karısına göre, kalp rahatsızlığı çekmekteydi ve çalışamamak, başkasına yük olmak korkusuyla başedemeyerek intihar yolunu seçmişti.

Bu yazım 29 Aralık 1999 tarihinde Hürriyet gazetesinin Serdar Turgut yönetimindeki internet dergisi Agora'da yayınlanmıştı.

19 Ocak 2010 Salı

My Answers for Andreas Weigend

One of the keynote speakers of Turkish Airlines' Social Trippin organization; Andreas Weigend has asked a few questions before our meeting in Berlin this weekend. I'd like to answer them here, in my blog.

1- Biggest suprise you have had over the last 6 months as a user of social network.

People's intention of getting used to new communication methods. Especially the recent rise in Twitter usage in Turkey.

2- One relevant issue you are curious about related to the social data revolution (see weigend.com, esp http://weigend.com/blog/archives/36

Importance of people driven networks and filters. People are voluntarily filtering content for the people in their networks and this is the best method for filtering and foldering data. "...also bought these items" kind of proposal mechanisms for e-commerce sites are examples for this people filters. The issue is how to use the people. Google's ReCaptcha Project is a good example: http://recaptcha.net/learnmore.html

3- Your biggest hope for the social data revolution

...is that all the relevant data is available and accesible at any time to anyone on demand.

4- Your biggest fear for the social data revolution

none.

5- One point you deeply believe in that you want to make sure Andreas Weigend and the other attendees understand clearly.

"Life finds a way". Democratisation of the knowledge will evantualy lead to a better communicating society, and that will help individuals to get themself better and do whatever they want from they heart.