29 Eylül 2010 Çarşamba

Bariyerleri Aşmak

Önümdeki en önemli iki psikolojik bariyeri aştığım akşam oldu bu akşam bantta.

1 saat bariyerini 65 dakika koşarak aştım, bu sürede 12 km koşarak da 10 km adlı psikolojik sınırımı geçmiş oldum.

Oldukça yorucu bir antremandı, 5 ve 10. km'leri geride bıraktığımda 1,5 dakikalık iki hızlı yürüyüş temposuna düşmek zorunda kaldım. ilk 5 km'yi 26 dakikada, 10 km'yi ise 53 dakikada geçtim.

Antreman sonrasında uzun bir süre esneme çalışması yaptım. Yatmadan önce bir esneme çalışması daha yapmak zorunda kaldım, zira uzun koşuların acısı en çok sırtımdan çıkıyor.

26 Eylül 2010 Pazar

Gelişim Sürüyor: Açıkhavada 8,5 km

Bu haftaki spor programım şöyleydi; pazartesi ve salı ağırlık çalışmaları, çarşamba salonda 10 km koşu, perşembe ve cuma ağırlık çalışması. Cuma gecesi, cumartesi tüm gün oldukça yorucu geçti, dışarıda annem ve babamla birlikte bol bol gezdik Aygül'le.

Bugün nihayet kendimi dinlenmiş ve enerjik hissettim. Sabah kahvaltımı güzel ve bol enerji alabileceğim şekilde yaptım ve öğleden sonra da önce kahve içtim, sonra da koşuya 1,5 saat kala bir elma yedim.

Saat 18.00 gibi dışarı çıktım. Hava oldukça güzeldi. Koşmaya başlarken nabzımın geçen seferki gibi hızlı bir şekilde yükselmeyeceğini hemen anladım. Zaten bu sefer nabız ölçer bantını göğsüme takmadan çıkmıştım.

Toplam 8,5 km mesafeyi 49 dakikada koştum. Aslında süre daha kısa olabilirdi ancak koştuğum ormanlık bölgedeki sokak köpeklerinden yer yer tırstığım için yürüyüş hızına geçmek zorunda kaldım 3-4 sefer. Koşuyu bitirdiğimde hala kendimi enerjik hissetmek muhteşemdi. Ne nefes nefese kaldım, ne de dizimde bir arıza oldu. Sadece delicesine bir ter attım. Koşuya çıkmadan tartılmıştım, döndüğümde 1,3 kg daha hafif çıktım. İşte buna su kaybetmek deniyor dostlarım. Geldiğimden beri lıkır lıkır su içiyorum. İzotonik içeceklere de başvurabilirim belki sonraki antrenmanlarda.

Yarıştan önce 2 hafta sonu kaldı sadece. Bundan sonra bantta hız, dışarıda mesafe odaklı antrenmanlar yapmayı düşünüyorum. 13 ya da 14 Ekim'de son anteranmanı yaparım herhalde.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Totodan Çıkan Antrenman

Öğlen salona indim ve bam! 51 dakikada 10 km koştum. 10 km barajına ulaştığım ilk antrenman bu geçen yılki koşudan beri.

Aç karna ve basık bir salonda tek başıma bu mesafeyi bu sürede koşmak, inancımı tazeledi. 15 km için geçen yılki değerimin altına inme konusunda motivasyonum tam.

12 Eylül 2010 Pazar

Mavi Düğme

(Ölümsüz Öyküler antolojisinde yayınlanmış eski bir öyküm olan Mavi Düğme'yi blogumdan da paylaşayım istedim)

Bundan bir buçuk, iki ay önceydi. Öğleden sonraydı ve dersim yoktu, havanın da güzelliği eklenince, etrafta aylak aylak dolaşmak için içimde uyanan sevimli arzuya kulak asmamak olmazdı. Ana caddeleri oldum olası sevmedim, hele sonbaharlarda daha bir kaçarım caddelerden. Kalabalık, terbiyesiz, içi boş kutular gibi gelir bana büyük caddeler. Böyle bir günde dolaşmak için sıcacık ara sokaklar gibisi yoktur. Hem minik, kendi ruhlarını taşıyan dükkânlarını severim ara sokakların, hem de sakin, huzurlu apartman önlerini.

Bundan bir buçuk, iki ay önceydi. Ankara’da çok ilginç sokaklar vardır ve ben en ilgincini o gün keşfettim. Eve dönüş yolundan iyice sapmıştım ve öğleden sonra güneşi yavaş yavaş akşamüstü güneşi gibi davranmaya başlıyordu. Bu yüzden doğu-batı eksenine paralel sokaklar bulmaya çalışıyordum. Geçkin ama sıcak güneşin büyülü gölgeler yaratabileceği sessiz sokaklar. İyice dolaşmıştım ve artık nerelerde olduğumu tam olarak kestiremiyordum.

İlk defa o gün gördüm o manifaturacı dükkânını ve tarif edilemez sakinlikteki vitrinini. Derin uyku sessizliğinde bir sokaktaydım. Sokağın sonunda bir bahçe gördüm ve ağaçlara bakmak istedim. Biraz daha yaklaşınca buranın sokağın sonu olmadığını anladım. Bahçenin yanına, sağa sola sapıyordu yol hafif bir yokuş duruşuyla. Tam o köşede insanüstü varlıklar tarafından biz acizlere biraz daha umut aşılamak için yapılmış gibi duran o eşsiz “Mavi Düğme Manifatura”yı ve benim dünyam kadar karışık ama sevgilimin dünyası kadar da dingin duran vitrinini görüm.

Önce olduğum yerde bir süre kalakaldım ve gülümsememe engel olamadan, hatta gözlerimi kocaman açarak, Ankara kedisinin tüyleri gibi yumuşacık bu manzarayı seyrettim. Gördüklerim o kadar etkilemişti ki beni, bir an sanki yavaşça alçalan güneşin şarkı söyler gibi olduğunu düşündüm. Birden toparlandım ve şarkı söyleyenin Müzeyyen Senar; sesin geldiği yerin de Mavi Düğme’nin içindeki muhtemel bir eski radyo olduğunu anlayıp güldüm. Vitrine biraz daha yaklaştım. Nasıl anlatacağımı bilemiyorum, ama deneyeceğim. Yüzlerce, binlerce, minik rengârenk düğmeler, iğneler, iplikler, saç tokaları, kumaş parçaları canlandırın önce gözünüzün önünde. Sonra bu şeyleri inanılmaz bir düzen içinde, ama resmi, askeri disiplinli anlamında değil, doğadaki gibi bir düzen –ya da karmaşa demeliyim belki- içinde usulca yerleştirin vitrine, sonra biraz toz serpin, ama çok az ve en sonunda usulca güneş ışığı üfleyin tüm bunların üzerine. Aslında küçük bir ayrıntı ama radyodan gelen Türk sanat müziğini de unutmamalısınız. İşte size Mavi Düğme Manifatura’nın beni kalbimden vuran vitrini.

Sizi bilmiyorum ama ben o gün verdim kararımı. Ben o vitrine yerleşmeye karar verdim. Bundan sonra orada yaşamaya ve minik düğmelerle arkadaşlık edip, ağaçları seyretmeye. Batan güneşle selamlaşmaya ve dünyanın en güzel müziğiyle uyumaya.

Tabii bunu bir mübalağa olarak alabilirsiniz, ama ben çok ciddiyim. Bir buçuk iki aydır her gün –ya da en azından gün aşırı- o sokağa gidip, dükkâna yaklaşıp, vitrine bakıyor ve –bazen- saatlerce seyrediyorum bu dingin dünyayı. Dükkân sahibiyle önce tanışmak istemedim. İçimden bir ses onun varlığının bu büyüyü bozma tehlikesi olduğunu söyledi hep. Ama er ya da geç bu tanışmanın gerçekleşeceği belliydi. İlk bir hafta oldukça kayıtsız kaldı, hem dükkân sahibi hem de arada bir gelip giden, ellerinden tuttukları çocuklarını çekiştiren müşteriler. İlk önce bir çocuğun dikkatini çektim zaten.

-“Bu adam neye bakıyor anne?” diye sordu ufaklık.

Annesi kafasını kaldırıp bana baktı. Ben gülümsedim ve başımı hafifçe eğerek selam verdim. Kadın istemsizce gülümsedi ve kayıtsız bir edayla oğluna dönüp:

-“Ben ner’den bileyim?” gibi bir şeyler söyledi. Ben tam yeni ayrıntılarını keşfetmek üzere vitrine dönüyordum ki, dükkân sahibi, yaşlıca ve beyaz saçlı, ve bir o kadar da gözlüklü bir şekilde yanıma gelip, Nubar Terziyan bir ses tonuyla sordu:

-“Ben de merak etmeye başladım. Neye bakıyosun? Önce değerli bir ceketin ya da yeleğin kopup kaybolan ama bulunması gereken bir düğmesinin eşini aradığını düşündüm dalgın dalgın. Sonra zararsız bir deli olduğunu ve her gün gelip bu ıvır zıvırı saydığını düşündüm. Ama bakışlarındaki o garip parıltıyı fark ettiğimden beri başka bir amaçla buraya geldiğinin farkındayım. Artık bana da söylemenin zamanı geldi, neye bakıyosun kuzum sen?”

Elimden geldiğince açıklamaya çalıştım, tüm hayatım boyunca aradığım huzuru dükkânının vitrininde bulduğumu, Mehmet Amca’ya. Samimi bir adamdı. Bana hak vermese de ne demek istediğimi anlamıştı. Ona bir zarar vermeyeceğimi de. Birlikte çay içip sohbet ettik. Daha sonraki günlerde arkadaşlığımız ilerlemeye başladı ve ben gerçek niyetimi açıklama cesareti buldum.

-“Mehmet Dayı ben senin vitrinine yarleşmek istiyorum. Yerleşmek ve hep orada kalmak. Bunun için senin iznine ve yardımına ihtiyacım var.”

Beni tanıdığı kadarıyla şakadan ve gülmekten hoşlandığımı bilen Mehmet Dayı önce ciddiye almadı tabii ki bu teklifimi. Ama ben çok ciddiydim.

-“ Bunun için istediğin bedeli ödeyebilirim.”

Önce bana boş boş baktı. Sonra:

-“Yavrucuğum sen iyi misin, tansiyonun mu düştü?” diye sordu.

Ama ben pes etmeyecektim. Artık bakmak yetmiyordu bu hazineye. Onun içinde yerimi almalıydım. Tek sorun bunu nasıl yapacağımdı.

-“Mehmet Dayı ben çok ciddiyim. Haftalardır bu vitrini seyretmeye geliyorum ve bunu ne kadar yürekten sevdiğimi artık senin de bildiğine eminim. Lütfen bana izin ver, huzura kavuşmam bu işe bağlı.”

Mehmet Dayı, sevimli insan, artık ciddi olduğumu anlamıştı ve istediğim şeyin bedelini de az çok tahmin edebiliyordu. Bakışları donuklaştı ve yerdeki döşemede kilitlendi. Bir süre sessizce bekledik. İlk o konuştu:

-“Seninle çok iyi anlaşıyorduk.”

-“Bu daha iyi ya, hem sevdiğin bir şey olacak vitrinine eklediğin, hem de sevdiğin biri olacak yanından ayrılmayan.”

-“Ama evlat, bunu iyi düşündün mü? Yani verdiğin kararın ne kadar zor olduğunu biliyor musun?”

-“Haftalardır başka bir şey düşündüğüm yok. Hayatı çok seviyorum ama benim için fazla zor. Beni seven insanların aslında beni sevmediklerini biliyorum. Ne kadar çalışırsam çalışayım hep daha uzaklarda bir hedef ve hep benden daha çok çalışmış bir başkası olacak. Ve en kötüsü ben ne kadar seversem seveyim, hep bitecek aşk. Gidenleri unutamadan hayatıma devam edemiyorum Mehmet Dayı. Ama unutmayı başarırsam artık yaşamamın bir anlamı kalmaz, bir taşa dönüşürüm o zaman. İşte bu yüzden bana izin ver senin vitrininde kendi sonsuzluğumla yüzleşeyim.”

Mehmet Dayı’nın gözlerinden birkaç damla yaş, önce tombul yanaklarına süzüldü, sonra oradan küçük ayakkabılarına damladı. Daha fazla uzatmayacağını anladım. İlk baştaki görüşüm tamamen yanlış çıktı. Değil bu büyüyü bozmak; daha da yüceltiyordu Mehmet Dayı’nın varlığı burayı. Ondan duyduğum son söz;“Tamam” oldu ve bir daha da konuşmadık.

Sonraki üç gün gitmedim Mavi Düğme’ye. Hazırlıklarımı tamamlamalıydım. Gerçi bu fikir aklıma geldiğinden beri başlamıştım toparlamaya işleri, ama son anda yapılması gereken şeyler de vardı. Bir mektup yazıp yakınlarıma postaladım. Uzun bir seyahat, ya da bir terk-i diyar niyetinde olduğumu tahmin ediyorlardı herhalde. Ben de bu doğrultuda uzaklara gittiğimi falan yazdım. Çiçeklerimi alt komşum ve neredeyse hiç konuşmadığım Hafize Hanım’a bıraktım. Sevimsiz biriydi, ama balkonuna bakan herkes onun çiçek yetiştirmedeki başarısını takdir ederdi. Zaten insanlarla iyi geçinmeye gerek yok, çiçeklerle güzel bir dostluk kurabilmek için. Son olarak sevgilimle buluştum. Burası işin en zor kısmıydı. Anlatsam beni anlardı, ama gitmeme dayanamazdı, bu yüzden olağanüstü bir başarıyla artık bu ilişkiyi yürütemeyeceğim rolünü oynadım. Bir aydır ona zaman ayıramamamdan yakınıyordu ve belki o bile düşünmüştü ayrılığı. Bir şey fark ettirmemek için yeterince üzgün göründüm. Her şey tamamdı.

Sabah erken kalktım. Son kahvaltımda zeytin yedim ve çay içtim. Evden çıktıktan sonra sevdiğim yerlerden son kez geçtim. Hiçbir şey gelmiyordu aklıma. Hissettiğim şey ise; ne hüzün ne mutluluk. Son derece sakindim, adeta gideceğim yeni yere uyum sağlamak istercesine. Öğlene doğru geldim Mavi Düğme’ye. Mehmet Dayı uyukluyordu. Bir şey söylemeden, olgun bir gülümsemeyle, öksürerek geldiğimi haber verdim. Yerinden kalktı ve dükkânın kapısını kapattı, sonra da kilitledi. Kararımdan dönme ihtimali var mı diye iki kez kontrol etti bakışlarımı, üzgün gözlerle. Sonra tezgâhın arkasına eğilip, epey derinlerden bir tabanca çıkardı. Cebindeki saati eline aldı, bir bakıp tekrar yerine koydu ve eski tabancasını bana doğrultup beklemeye başladı. Gözlerindeki korku ve endişeyi silmek için sessizce bir melodi mırıldanmaya başladım. Bunun onu rahatlatacağını düşünmüştüm. Mahallenin camisinden bir mikrofon sesi geldi sonra ve tam öğle ezanı okunmaya başladığında tabancasını ateşledi. Son gördüklerim alnındaki terdi.

Mehmet Dayı adaşı Mehmet’i tam kalbinden vurmayı başarmıştı. Hemen yere yıkıldı Mehmet. Mehmet Dayı silahını aldığı yere koyup içeriden bir sandık getirdi. Önce binbir güçlükle Mehmet’in bedenini büyük bir çöp torbasına koyup sıkıca bağladı. Sonrada bu torbayı –ki Mehmet’ten başkası değildi içindeki- sandığa yerleştirdi özenle. Sandığı kilitleyip anahtarını daha sonra biryerlerde unutmak üzere cebine koydu. Sonra artık tükenmekte olan gücüyle sandığı vitrine doğru itip camekânın karşısında duran incik boncuk dolu tezgâhın altına itinayla dayadı. Her şey tamamdı artık. Kapıya gidip kilidi açtı ve sonra da kapıyı. Koltuğuna yerleştiğinde öğle namazını kaçırdığından başka bir şey değildi canını sıkan.

11 Eylül 2010 Cumartesi

Bayram Haftası, Dışarıda İlk Antreman

Bu hafta iki kez (pazartesi ve salı) salonda cross training aletinde 30'ar dakikalık kardiyo çalışmaları yaptım. Nabız 130-135 arasında tutuldu ama zorluk derecesini 5-6'ya çıkardığım oldu. Tork yükseltme operasyonu iyi gidiyor diyebiliriz.

Bayramın ilk günü olan çarşamba Büyük Ada'daydık. 2 saatlik bir bisiklet turu attık, sıcak hava ve kalabalık çok yorduğu için perşembeyi dinlenerek geçirdim. Bugün nihayet cesaretimi topladım ve açıkhavadaki ilk antremanıma çıktım.

Zamanlama çok iyi olmadı. Kahvaltıda henüz anreman saatimi planlamamış olduğum için tercih etmeyeceğim şekilde ağır yedim. Normalde bir muz daha iyi olabilirdi koşmadan önce. Ayrıca sanırım çok heyecanlandığım için nabzım daha yürürken 120'yi geçmeye başladı, normal yürüyüş nabzım 105'lerde gezer.

Sonuç olarak 7,4 km koştum. Nabzım genellikle 170'in üstündeydi, 2-3 kez yürüyüşe geçip nabzımı dengelemek zorunda kaldım. Toplam sürem: 48 dakika. Bantta yaklaşık 1 hafta aynı sürede önce 9 km koştuğumu düşününce moralim bozuluyor biraz. Öte yandan 50 dakikaya yakın bir zamanda ayağımda çok az tahriş olması da sevindiriciydi. Dizlerim de adamantiyumdan yapılmış gibilerdi, tık demediler.

Avrasya'dan önce 4 hafta sonu var. Önümüzdeki hafta sonunda 60 dakika sınırını geçmek istiyorum. Sonraki 2 hafta sonunda da 15 km koşacağım sanırım. Bu arada son 2 hafta koşu bantında da 15 km'lik simülasyonlar (köprünün eğimi, Yıldız'a çıkan rampa ve son olarak etap sonundaki Gülhane tırmanışı) yapmayı düşünüyorum. Arada fırsat bulursam akşamları da dışarıda koşabilirim.

5 Eylül 2010 Pazar

Koşu Antremanları

Önceki bölümler: Koşmak Üzerine Notlar ve Koşuyla Aramdaki Engeller.

Bir süredir salon antremanlarında koşu bandı üzerinde yavaş yavaş maraton için ısınıyorum. Bunun için uygulamaya başladığım sistem şöyle:

Hafta içi büyük bir aksilik olmadığı sürece 5 gün spor salonunda ağırlık çalışıyorum. Ağırlık çalışmalarının sonunda, bir gün glide-x denilen sopalı adımlama aletinde nabız 135 ortalama tutturarak en az 20 dakika sabit kardiyo çalışması yapıyorum. Bunun faydası, kalbimin her seferinde bu hareketi daha az nabızla yapabilmesi, böylece nabzı sabit tutarken zorluk derecesini gittikçe arttırabilmem.

Diğer günlerde de koşu bandında çalışıyorum. O günkü moduma göre, 20 dakika, gittikçe artan hızla koşmak da olabiliyor bu antreman (15 seviyeye kadar çıktığım oluyor), uzun mesafe sabit hız koşmak da. Koşarken nabzım 150'nin üzerinde oluyor genellikle. 170'i çok geçmemeye çalışıyorum. Glide-X çalışmalarının hızlı koşma nabzımı ayarlamamı kolaylaştırmasını umut ediyorum.

Bu arada ufak ufak uzun mesafe antremanlarına da başladım. Geçtiğimiz hafta iş yerindeki salonda 6 km'den biraz fazla koşmayı başardım. Dün de 47'30" sürede 9 km koştum. Bu mesafe geçtiğimiz Ekim'den beri koştuğum en uzun mesafe. Bu hafta açıkhavada koşulara da başlamayı planlıyorum. Gerçek zemin ayak tabanını ve bileğini koşu bantından daha farklı etkilediği için bu açıkhava antremanları da Avrasya öncesinde çok önemli.

Tüm bu antremanlarda iki önemli nokta için çalışıyorum: 15 km mesafeyi rahat raha çıkartabilmek (ayak, bilek, diz, kalça vs sakatlamadan ve nefesim tükenmeden) birinci önceliğim, ikinci önemli konu da bu mesafeyi geçen yılki derecemden daha iyi bir zamanda koşmak.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Koşuyla Aramdaki Engeller

Koşmak Üzerine Notlar yazısının ikinci bölümü.

Koşmayı ne kadar seversem seveyim, koşarken çocukluğumdaki gibi sadece düşmemeyi başarmaktan daha fazla dikkatli olmam gerekiyor.

Mayıs ayında bir öğlen, baş dönmesi, daha doğrusu "fenalaşma" şikeyetiyle şirket doktoruna gittim. Tansiyon, kan şekeri gibi ilk bakılacak konulara bakıldı ve dikkat çekici bir veriye rastlanmadı ancak kendime de gelemedim bir türlü. O hafta bu fenalaşma hali tekrar edince, hastaneye giderek kapsamlı bir muayeneden geçmeye karar verdim. Yakın zamanda Koç Spor Şenliği'nde Tofaş basketbol takımında oynarken bir antreman sırasında da nabzım 200'lere çıkmış, kısa sürede normale dönmesine rağmen koçu ve beni tedirgin etmişti. Ailemde hem anne, hem de baba tarafından kalp hastalığını miras olarak edinmiş biri olarak ilk önce kalp doktoruna göründüm. Eforlu elektro adlı, ailemde by-pass operasyonu geçiren bir çok kişiden bildiğim eziyetle de tanışmam böyle gerçekleşti. Kan, idrar testleri, hatta nöroloji muayenesinden de geçtim ama bir soruna rastlanmadı. bu kontrollerden çıkan tek sürpriz şuydu: kaka kolestrolüm sınır seviyeye yaklaşmıştı.

Kendimi hala genç olarak gördüğüm için kolestrol sorunu yaşama ihtimali bir anda beni sarstı ve o zamandan veri beslenmeme ve egzersizlerime büyük dikkat gösterdim. Haziran ayında şirketin spor odasında yeniden başladığım düzenli ve sık egzersizlerle, 1 ay içinde %23 olan yağ oranımı %18'e, daha sonraki ay da %13'e düşürmeyi başardım. Bu arada kilo kaybımı da kontrol ederek zayıflamadan yağ yakmayı -hayatımda ilk defa- başardım.

Fakat kardiyo çalışmalarını yaparken kalp doktorunun da ısrarla önerdiği şekilde, 160'lara çıkmayı falan düşünmeden, 130'larda bir nabızla koşu yapmaya çalıştım uzun süre.

Özetle, ilk sorunum, nabzımı çok yükseltmeden uzun bir aralıkta koşabilmeyi başarmak. Bunun için de gerçekten ciddi bir süreçte uzun mesafeye geçebildim. Uzun bir süre sadece 20 dakika koşabiliyordum, o da oldukça yavaş bir hızda.

Gelelim ikinci derdime; üniversite yıllarında hatalı ayarlanmış bir kayak bağının, düşe kalka kaydığım bol karda kayakları ayağımdan hiç çıkarmaması üzerine dizlerimde başlayan bir ağrı ve muayenede ortaya çıkan üzücü sonuç: çapraz bağların kopması.

Her iki dizimde de bağlarım 10 yıla yakın bir süredir sorunlu. Düzenli çalışmalarla, günlük hayatta bu sakatlığı hissetmemeyi başardım, ancak 15 km aralıksız koşmak, dizler için gerçekten de oldukça zorlayıcı olabiliyor.

Kondisyonumu toparladığımda, yani 1,5 saat boyunca koşabilecek duruma geldiğimde bu defa dizlerimi koruyarak koşma eğitimi başlıyor. Enerjimin seviyesi ne olursa olsun, koşu sırasında dizlerimden birisi kitleniverdi mi, ne yaparsam yapayım koşmaya devam edemiyorum. Dizim bir sopa gibi durmak, kesinlikle bükülmemek için bana her türlü acıyı hissettiriyor ki, ben de durup onu dinlendireyim.

Dizleri 15 km koşuya hazırlarken, antreman aralıkları, türleri, süresi çok önemli, ama en önemlisi insanın kendi bedenini dinlemesi. Dizlerim bana sinyal gönderdiği anda kendimi ne kadar motive hissediyor olursam olayım, antremanı orada bitiriyorum. Böylece dizler de yavaş yavaş daha uzun süreleri ve mesafeleri çıkartabilir duruma gelmeye başlıyorlar.

Geçen yıl 15 km mesafeyi sorunsuz bir şekilde 1 saat 25 dakikada koştuğumda dizlerimde hiç bir sorun olmamıştı, ancak şu anda antremanlarımda henüz 10 km bile koşamıyorum. Yine de geldiğim nokta umutlanmam için yeterli. 1 aydan uzun bir zamanım var ve kendime iyi bakıyor, geçen yıldan da daha sık antreman yapabiliyorum. Umarım 17 Ekim günü de ne olursa olsun koşuyu bitirebilecek kadar düzdün çalışacak dizlerim.

Koşmak Üzerine Notlar

Geçen yıl da bir özet yazarak başlamıştım Avrasya hikayesine ancak oldukça kısa bir giriş olmuştu, aynı yazının derinleştirilmiş versiyonuna hoş geldiniz.

Geçen yıl Avrasya'da ilk defa 15 km koşarak kent koşuları maceramı başlatmış olmuştum. Bu yıl da kaydımı yaptım ve 17 Ekim'de koşulacak olan Avrasya Maratonu'nda 15 km koşacağım yine.

Koşmakla ilgili ilk anılarım, evimizin arka bahçesinde -ki bir apartmanın arka bahçesi için epey geniş sayılırdı- 5-6 yaşındayken her koşuşumda düşmem ve dizlerimi kanatmamdır. Neyseki ergenliğe girince bacaklarım öyle bir kıllandı ki, dizlerimdeki orta dünya atlası görülmez oldu.

İlkokul ve ortaokulda hızlı koşmak çok önemsediğim bir şeydi. Özellikle ilkokulda yaptığımız koşu yarışlarında birinci olmak çok önemliydi. İki oğlan çocuğunun bir takım oluşturduğu "atçılık" oyunumuzda birimiz diğerinin önlüğünün arkasını tutar ve bu şekilde ikili olarak yarışlar yapardık. İlter'le ve Gürkan'la kurduğumuz ekipler çok hızlıydı ama en efsane atçılık partnerim sanırım Özden'di.

Ortaokulda hayatımıza basketbolun girmesiyle koşu, futbol ya da basketbolda yeteneği olmayanların yaptığı bir spor gibi görünmeye başladı ve gözümüzde önemi azaldı, bir istisnayla; yılda sadece bir kaç beden eğitimi dersimizde yaptığımız kır koşularında. Bu koşularda okulun kent dışında olmasının da avantajıyla, sınıf olarak dağ bayır aşıp, köyler içinden geçip, eski adıyla Orduzu, yeni adıyla Pınarbaşı adlı baraj gölü yanındaki mesire yerine ulaşırdık. Orada biraz takılıp dinlendikten sonra, geri dönüş koşusu başlardı ama bu defa sınıf olarak birlikte koşmaz, bunun yerine herkesin kendi temposun koşmasına, daha doğrusu yarışmamıza izin verilirdi. Cross-country dendiğini o zaman biliyor muyduk emin değilim ama bu koşularda hırsım ve testosteronum tavan yapar, ne yapıp edip tüm gücümü kullanarak ilk 3 içinde -çoğu zaman birinci- olmayı başarırdım.

Üniversite, sigara ve alkolün, sınav stresi yıllarının ardından göt yayma evresiyle birleşmesiyle sporun bir anda hayatımdan çıktığı, kilo alıp hımbıllaşmaya başladığım dönem oldu. Bir şekilde okul bitmeden sigarayı bırakmayı (2 yıl sürecek bir bırakma) başardığımda da döndüğüm ilk spor, çocukken de yaptığım ilk spor oldu: koşmak. Bilkent'in Bahar Koşusu adlı cross-country koşusuna hazırlandım. Bunun için haftada 3-4 kere evin dışında, Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nün Çankaya Caddesi sınırında gidip gereler tamamladığım 8 km'lik bir parkuru koşuyordum. Sonunda bahar koşusunda 600'ü aşkın katılımcı arasında 57. olmayı başardım. Güzel bir histi.

2005'te ikinci defa -bu sefer kalıcı olarak- sigarayı bıraktım. O zamandan beri de spor düzensiz de olsa hep hayatımda. Spor salonunda fitness ve ağırlık çalışmaları, şirket takımlarında basketbol ve nihayet geçen yıl hayatıma giren Avrasya Maratonu ile uzun mesafe koşular.

Bir sonraki yazımda, karşıma engel olarak çıkan konuları özetleyeceğim. Daha sonra da bu yılki hazırlıklarımı anlatmaya başlıyorum.