10 Aralık 2013 Salı

Bir Sürücünün İtirafları

Trafikte tecrübem arttıkça daha dikkatli bir sürücü olup çıktım. Otomobile bindiğimde en sevdiğim şey, TRT Radyo 3'ü açmak, eğer sabah saatleriyse güzel bir klasik müzik programı dinlerken 21 dereceye sabitlediğim araç içi iklimde kahvemi de içerek sakin sakin yol almak. Bu günlere gelmem kolay olmadı tabii.

18 yaşıma girdikten çok kısa bir süre sonra ehliyetimi aldığımda, otomobil kullanmayı zaten biliyordum. İlk yıllarda acemilikten olsa gerek, biraz daha çekinceli ve yavaş bir sürücüydüm. Trafikte tecrübem arttıkça da, karayollarının amacının bizi bir yerlere ulaştırmak olmadığını fark ettim. Karayolları bir "cangıl"dı aslında, ve amaç bir yerlere ulaşmak değil; hayatta kalmaktı.

Bu gözlemi önce reddetmek istedim. Ne de olsa, ben sürekli okuyan, sanatın çeşitli dallarında hem amatör hem profesyonel faaliyetlerde bulunan çağdaş bir üniversite öğrencisiydim. Medeni bir insan olarak trafikte yavaş olmam beklenirdi. Ancak trafikte yavaş gitmenin hayatımı daha çok tehlikeye soktuğunu görüp, gerçeği kabullenmek zorunda kaldım. Madem bu bir hayatta kalma savaşı; o zaman ben, hayatı tehlikede olan değil, başkasının hayatını tehlikeye atan olacaktım.

Bu sert sözlerime bakmayın. Aslında benim agresif sürüşüm yüzünden benimki dışında hayatı tehlikeye girmiş bir sürücü bulunduğunu sanmıyorum. Genel kanının aksine, bir trafik canavarı için beceri, diğer sürücüleri rahatsız etmek değil; onları normal gidişlerinden alakoymadan "aralarından" dolaşarak, "en hızlı" rekoru için çaba sarfetmektir.

Ancak bu sanıldığı kadar kolay bir şey değil. Eğer risk alma seviyeniz diğer sürücülerden yüksekse, çoğu zaman hak etmediğiniz tacizlere maruz kalırsınız. Makas atarken önüne kırdığınız bir sol-şerit-kaplumbağası, fren yapmasına sebep olmadan hızla yolunuza devam etseniz bile, arkanızdan çılgınca far yakmaya başlar. Amacı sizi uyarmak değildir, "aman dikkat çok hızlı gidiyorsun, başına bir şey gelecek!". Burada amaç, küfretmektir. Çünkü siz ondan hızlısınızdır.

Çok önemli bir noktadan söz etmenin tam zamanı. Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, yazımın başından beri, yavaş ve hızlı gitmekten bahsediyorum. Özellikle değinmediğim nokta: Dikkat. Hep yavaş sürücülerin daha dikkatli olduğu zannedilir. Oysa yavaş otomobil kullanmak, reflekslerinizi zayıflatır, uykunuzu getirir, ve dikkatinizin kolayca dağılmasına sebep olabilir. Hele uzun yolda otomobil kullanırken yavaş bir tempoda gitmeyi tercih ederseniz, uykunuzun gelme ihtimali tehlikeli derecede artar.

Öte yandan, süratli bir sürücünün kalp atışları daha hızlıdır, çünkü sürat adrenalin salgılanmasına sebep olur, ve bu da dikkatin çoğalmasına ve tüm bedenin her türlü reflekse hazır hale gelmesine neden olur. Siz yavaş yavaş yol alırken, sağınızdan ya da solunuzdan ok gibi geçen bir aracın sürücüsü -usta trafik canavarlarına özenen bir amatör olmadığı müddetçe- sizden çok daha uyanık ve dikkatlidir.

Tabi belirtmemiz gereken başka bir konu da alkollü otomobil kullanmak hakkında. Yine çoğunuzun zannettiği gibi, bir trafik canavarı olarak ben, alkollü otomobil kullanmam ve kullanılmasına da şiddetle karşı çıkarım. Burada dikkati çekmemiz gereken bir konu çıkıyor karşımıza yeniden: İçip içip etrafta terör estiren yeniyetmeler ya da sorumsuzlarla profesyonel trafik canavarları arasında çok net bir ayrım var. Bir trafik canavarı -çok önemli bir kapışma söz konusu olmadığı taktirde- asla başka sürücülerin hayatını sorumsuzca tehlikeye atmaz.

Çok önemli bir kapışma söz konusu olmadığı müddetçe!.. Açık sözlü olmalıyım, bizlerin de bazı kusurlu tarafları, zayıf noktaları var. Eğer otomobilinizi diğer sürücülerden daha iyi kullanıyor, ve bundan keyif alıyorsanız, sizin gibi başka birinin gelip sizin keyfinizi bozması pek hoş olmuyor, ve yarış ya da kapışma başlamış oluyor.

Hepiniz trafikte arka arkaya giden süratli otomobilleri görmüşsünüzdür, bu konuda fazla bir şey söylemeye gerek yok. Kolayca tahmin edilebileceği gibi, iki trafik canavarı yarışmaya kalkarlarsa, hele bir de sürücülük deneyimleri birbirlerine yakınsa, ortada gerçekten büyük bir tehlike var demektir. Birinin mutlaka yenilgiyi kabul etmesi gerekir. Yenilen sürücü kendini şöyle kandırır: "Yarışan olmazsa, kazanan da olmaz".

Bir de altlarında 150 HP'ye sahip motoru olan otomobillerle kağnı gibi giderken, küçücük bir alt sınıf otomobilin kendilerini geçmesini gururlarına yediremeyip, bilinçsizce tehlikeye atılanlar var. Üzülerek söylüyorum, bu kişiler daha çok andropoz dönemindeki sürücüler. Kaybedecek şeyi az olan insanlarla yarışmaya kalkmanın başka mantıklı açıklaması olamaz.

Peki bir trafik canavarı olarak ben çok mu güvende hissediyorum kendimi? Aslında hayır. Başıma o kadar ilginç olaylar geldi ki, hayatta kalma serüvenimin aslında çok başarılı olmadığını, gerçekten uzun yaşamak istiyorsam bunun sürücülük tekniğimle hiç alakası olmadığını anladım. Uzun yaşamak istiyorsanız, trafiğe çıkmayın; yaya olarak bile! Evde oturanlar, yolda gidenlerden daha çok yaşar.

Son olarak başıma gelen hazin bir olayı aktarmak isterim. Geçen sonbahar çok tatlı bir kızla tanışmıştım. İlk görüşmemizden sonra birkaç kez telefonla konuştuk. Uzun zamandır hiçbir kızla konuşmak beni bu kadar heyecanlandırmamıştı. Sonunda buluşmaya karar verdik. Güneşli bir Pazar günü beraber sinemaya gittik. Ancak kaderin bir oyunu sinema çıkışında bizi şakır şakır yağan bir yağmurla karşılaştırdı. Benim zayıf noktam yağmurdur. Yağmurda süratli otomobil kullanmayı deli gibi severim. Kızcağızı kaldığı öğrenci yurduna bırakırken de -bir yandan onunla sohbet etmeye devam etmeye çalışıp, ki böylece sakinleşirim zannediyordum- oldukça hızlı ve "atraksiyon"lu bir şekilde sürüp, canım arkadaşımın koltuğuna mıhlanıp kalmasına sebep oldum.

Bir iki defa daha telefonla konuştuk. Sonra bir daha görüşmedik.

Birkaç kez de ölümün soğuk nefesi denilen şeyi gerçekten ensemde hissettim. Fakat her şeyin bir bedeli var… Ben bir manyağım. Bunun tüm avantajlarını sömürüyorsam, olumsuzluklarına da katlanmalıyım.

Belki bir gün ben de uslu uslu otomobil sürmeyi öğreneceğim. O zaman gelecek olursa, bildiğim tek şey, sakin bir sürücü olarak, benden hızlı gidenleri eleştirmeden önce iki kez düşüneceğim. Yine de beni gerçekten kızdırırsa, o zaman ağzının payını alır!

yazının orijinali

Gün 10. Eskiden yazdığınız bir şeyi bulun. Girişini tekrar yazıp ona yepyeni bir ton verin.

Ömer

Kristal Elma'nın 20. yılı. Bigumigu da 8. yılını doldurmak üzere. Kristal Elma'ya sponsoruz, sitede çılgın gibi içerik girdiğimiz, bu yüzden de deli bir tempoyla etkinlikte oradan oraya koşturduğumuz bir dönem. Öğle yemeği için festivalin gerçekleştiği Santral İstanbul yerleşkesinin yemekhanelerinin birinde kafamı kaldırıyorum ve Ömer Turan'ı görüyorum.

Ömer'le Bilkent'ten tanışıyoruz. 4 Mevzim dergisinin yazı kurulunda birlikte çalışırdık. Yanlış hatırlamıyorsam kamu yönetimi okuyordu. Bilkent sonrası lisansüstü eğitimine devam ettiğini hatırlıyorum ama sonra hiç kesişmemişti yollarımız.

Sesleniyorum ve benim onu tanıdığım hızla o da beni tanıyor. İkimizin de son 10 yıldır sima değiştirmemiş olmamızın bunda etkisi büyük. Ömer şimdi yardımcı doçent doktor olarak Bilgi'de iktisadi ve idari bilimler fakültesinde dersler veriyor. 10 yılda bu kadar farklı rotalarda olup aynı mekanda kendi işlerimizle ilgilenirken karşılaşmak beni mutlu ediyor. Dünyanın ve hayatın iç içe geçmişliğini, döngüselliğini bir kere daha takdir ediyorum. Bir daha birbirimizi arama motivasyonunu bulacağımızdan muhtemelen ikimiz de emin değiliz, ama gerçekten de ayaküstü konuştuğumuz o üç beş dakikada çok samimi bir diyalog yakalıyoruz.

Ömer'i çok tanımazdım. Fakat nedense bana hayatta kendi çizgisinde ilerleyerek mutlu olan insanlardan biri gibi görünürdü. Bilkent'te tanıdığım en derin kültürel arkaplanı olan, akademik altyapısı daha lisans düzeyindeyken gayet sağlam olan biriydi ve Bilkent'te sayıları az olmasa da görünürlükleri pek net olmayan solcu öğrencilerden biriydi. Onu örnek almak isterdim. Onun gibi bilgi sahibi olmak, onun gibi politik konularda sabit tavırlar belirlemek. Bir şekilde hayatımı etkileyen insanlardan biriydi Ömer.

Yıllar sonra karşılaşmanın daha anlamlı olmasını beklerdim. Eski bir dostla karşılaştım oysa sadece.
Gün 9. Bir kafedesiniz, başınızı kaldırdınız ki kimi göresiniz! “Kimi” kısmı size kalmış, buyrun yazıda anlatın.

Şarkı

Sevdiğim şarkılar ve sözlerini sevdiğim şarkılar ayrı kategorilerde yer alıyor. 1977 doğumlu bir dünya vatandaşı olarak elektronik müziğin kitleselleştiği döneme tanıklık eden insanlardan biriyim. Daft Punk'ın Around The World gibi şarkılarını dilimize doladığımız, konserde giriş melodisini duyunca çılgına döndüğümüz bir gençlik yaşadık. Around The World'ün sözlerini sizinle paylaşmam gerekirse;

Around the world (144 kere tekrar)

Tabii bir yandan müziği ve sözleri bir arada değerlendirdiğim, anlamayı, üzerinde düşünmeyi sevdiğim şarkılar da var. Açıkçası müzik konusunda hiçbir zaman çok derin zevkleri olan biri olmadım. Klasik müzikten biraz anlarım -ve sık dinlerim-, caza hakim olmasam da dönemleri ayırt edebilecek kadar kulağım aşina, fakat gelin görün ki, mesela bir Bob Dylan dinleyip şarkı sözlerini takdir etmek nedense pek benim harcım olmadı. İngilizce'de ileri seviyeye geç ulaştığım içindir belki.

Bu yüzden sözleri ve müziğini beraber değerlendirdiğimde Pink Floyd'un Comfortably Numb'ı, Placebo'nun Without You I'm Nothing'i, Nirvana'nın Lithium'u gibi, bence çok da derin olmayan şarkıların beni etkilediğini görüyorum.

Konuya bir de Türkçe sözlerden yaklaşmak gerekiyor elbette. Türkçe bence kendini ifade etmek için mükemmel bir dil, fakat müziğe, şarkıya, özellikle batı armonisine ve dolayısıyla popüler müziğe çok uygun değil. Yıllardır dinlemediğim ama Türk müziğinde önemli bir yeri olduğunu düşündüğüm Sezen Aksu, Türkçe'yi müziğe yedirme konusunda çok iyidir mesela. Bugün Serdar Ortaç ya da Mustafa Sandal'ın meşhur ettiği tarzdaki gibi, Google'dan çeviri gibi duran, ritme uymaları dışında çok anlamı olmayan kelimeleri arka arkaya sıralamanın ötesine geçilemediği yöntemli şarkılarda artık nadir gördüğümüz bir dil hakimiyeti vardır Sezen Aksu'da.

Duman da Türkçe'yi iyi kullanan, söylemek istediğini müzikle güzel birleştiren gruplardan. Özellikle Dibine Kadar adlı efsane şarkılarında, ifade ettiği duyguları temelinden anlarsınız ve müziğiyle birlikte avaz avaz söylemek istersiniz.

Bu hafta İstanbul'daki ilk Sofar konserine katılma şansım oldu. Orada tanıdığım genç grup Yüzyüzeyken Konuşuruz'un şarkılarını ve sözlerini de özellikle çok beğendim. Mutlaka dinlemenizi öneririm: vimeo.com/yuzyuze

Son olarak; El Gibi, söz ve müziğiyle hem dinlemeyi, hem de söylemeyi en çok sevdiğim şarkılardan birisi. Müziğiyle gayet batılı bir armoni izleyen bu şarkıda cümleye "Yok!" emir kipiyle başlamak gibi gayet bizim dilimize özgü bir şiir duygusu nefis bir şekilde örtüştürülebilmiş. Bir şarkı seçmem gerekseydi ve bu şarkı her açıdan bana ulaşabiliyor olsaydı, seçimim muhtemelen El Gibi olabilirdi. Tuğba Özerk versiyonunu buradan dinleyebilirsiniz.
Gün 8. En sevdiğiniz şarkıyı alın, ismi ve sözleri yazınıza ilham olsun.

8 Aralık 2013 Pazar

Dört Mevsim / Sonbahar

Mevsimleri seviyorum. Doğanın döngüsü, yaşamın döngüsünü hatırlatıyor. Sadece üç aylık dönemler içerisinde kışın ter içindeki bir yaz gününü, yazın buz gibi bir kış akşamını unuttuğumu görmek beni şaşırtıyor ve ilgimi çekiyor. İlkbaharda en sevdiğim şey, etrafta değil, kendi içimde hissettiğim o yeniden canlanma ve tazelenme hissi mesela. Yazın yavaşlamayı seviyorum. Sonbahar'da ilkbahardakine benzer bir heyecan kaplıyor içimi, kışın yazdaki gibi bir yavaşlık, ama bu defa çok daha içedönük bir şekilde hayatıma giriyor.

Dört mevsimin benim için bir başka anlamı daha var. Üniversitede başarısız öğrencilik dönemimde, öykü yazmaya başlamam, ilk öykümün yayınlandığı Bilkent 4 Mevsim edebiyat dergisi sayesinde ilerlemişti.

Mevsimlerden özellikle birini daha çok seviyor değilim, ancak yeni geride bıraktığımız sonbaharla ilgili duygularım taze olduğu için bu yazıda Çin'de yaşayan bir sanatçı olan Oamul Lu'nun Autumn in China (Çin'de Sonbahar) adlı anime edilmiş GIF çalışmalarını paylaşmak istiyorum.

Ólafur Arnalds dinleyerek izlemenizi öneririm.










Yeniden doğabilmek için önce ölmek gerekiyor.

Gün 7. En sevdiğiniz mevsimi yazınızda okuyuculara da yaşatın.

6 Aralık 2013 Cuma

Çiçek Açan Kaktüs

Mutfakta penceremin önünde duruyorum. Neredeyse dona kalmış durumdayım. Kaktüsüm çiçek açmış ve ben kaktüslerin çiçek açtığına inanmazdım.

Bundan tam beş yıl önce, Aygül'le ilk defa birlikte aynı şirket ve ortamda çalışmayı deneyimlediğimiz ama çoğunlukla benim yüzümden elimize yüzümüze bulaştırdığımız Dream-box TV'de çalıştığımız zamanlar. Bir Ikea ziyaretinde ufak tefek çiçekler aldık. İki kaktüsü önce iş yeri masalarımız için beğeniyoruz, ama sonra ben işten atılıp, Aygül de istifa edince, kaktüsler eve dönüyor. Kaktüsleri mutfak penceresinin önüne koyuyoruz. Topağacı'nda oturduğumuz evimizin çok küçük bir mutfağı, ancak orantısızca büyük bir penceresi var. Bu yüzden küçücük mutfakta iş yapmak eziyet değil, zevkli bir evcilik oyunu gibi oluyordu çoğu zaman.

Bu aydınlık pencerenin önünde kaktüslerden bir tanesi yerini çok sevmiş olacak ki, alındıktan yaklaşık bir yıl sonra üzerinde minik tomurcukları farkediyorum önce. Kısa süre sonra da güzel mi güzel, minik pembe çiçekler açıveriyor.



Çocukken sokakta çiçekli kaktüslerin satıldığını görmüştüm. Ya birisi söylediği için, ya da kendi gözlerimle gördüğümden -hangisi şimdi emin olamıyorum- bu kaktüslerin üzerindeki çiçeklerin gerçek değil, küçük iğneleriyle kaktüslere saplanmış yapay çiçekler olduğunu öğrenmiştim. Bu nedenle, aradan geçen yıllarda kaktüs çiçeklerine ayrıca bir ilgi göstermediğimden, bu çocukluk bilgisinin kırıntısıyla çiçek açan kaktüsüm, kendi aklımda da bir devrim gerçekleştiriyor.

Demek ki hiçbir şey sandığım gibi olmayabilir. Demek ki sahte sandığım şey gerçek olabilir. Demek ki benim minicik mutfağımda bile bir mucize gerçekleşebilir.

Aradan yıllar geçtikten sonra Han'ın doğumunda sevgili dostum Korhan'ın hastaneye gönderdiği orkideyle de benzer bir hikayemiz oldu. Eve geldikten sonra tüm çiçeklerini döken orkidemiz, bir buçuk yıl boyunca kel bir şekidle durduktan sonra geçtiğimiz yaz yatak odamızın gün boyu direkt güneş ışığı almayan kuytu balkonunda aradığı mutluluğu buldu ve bir anda gelin saçı gibi çiçek açıverdi.



Demek ki mucizeler tekrar tekrar gerçekleşebilir.

Gün 6. “Mutfakta penceremin önünde duruyorum…” Başlangıç cümlesi bu, gerisi serbest.

5 Aralık 2013 Perşembe

Rüyada Okula Geri Dönmek

Okulu aslında hiç bitirmediğimi, tekrar girmem gereken bir sınav olduğunu öğreniyorum. Ter içinde uyandığımda bunun bir rüya olduğuna seviniyorum.

İyi kötü işinde başarılı ve sosyal medyada da bir miktar göz önünde biri olarak sık sık üniversitelerde konuşmalar yaparım. Öğrencilerle bir araya geldiğimde konuşmaya kendimi anlatarak başlarım. Konuşmanın başında seyirciyi yakalamak önemlidir. Benim numaram, bir empati bağı kurmak. Daha kendimden bahsetmeye başlarken üniversitede çok da istemediğim bir bölümü zar zor 7 yılda bitirdiğimi anlatmam genellikle karşımda beni izleyen yeni yetmeleri rahatlatır. Ufak tebessümlerle, kendi dertlerinden çok da uzak olmayan birinin karşılarında olduğunu anlarlar.

Üniversite biteli 10 yıldan fazla oluyor. Şimdi böyle neşeli bir şekilde sunum malzemesi yaptığım okul uzatma konusunu atlatmamsa aslında pek kolay olmadı.

Üniversitenin dönem sonu notlarını internet üzerinde yayınlayacağı sitede sürekli sayfa yenilediğim o akşamüstünü dün gibi hatırlıyorum. 6,5 yıl olmuştu okula gireli ve hiçbir dersten kalmasam bile, dönem ortalamam 2.00'ın altında gelecek olursa, C'nin altındaki dersleri tekrar almam gerekecekti. Artık aynı dersleri tekrar almak için sabrım kalmamıştı, ne olursa olsun bitsin istiyordum üniversite macerası. Sayfada bir anda beliren notları ve 2.03 mü, 2.02 mi şimdi tam hatırlayamadığım ama mezun olmam için yeterli gelen rakamı gördüğümde önce inanılmaz bir sevinç dalgası yayılmıştı tüm bedenime. Şaşırtıcı şekilde kısa süren bu sevinç şokunu aniden bir boşalma ve hüzün aldı. Bir şişe Kavaklıdere Angora (öğrenci şarabı) açıp ardından "Değdi mi lan onca yıla, onca çabaya?" dediğimi hatırlıyorum kendime ve ağlamaya başladığımı. Bitmişti ama değmiş miydi?

Şimdi bakınca elbette değmişti, hayat ve zaman doğrusal değil döngüsel kavramlar ve her şeyin olmasının ve oluş şeklinin bir sebebi var.

Okul bittikten sonra "meğersem bitmemiş" kabusları başladı. Aslında uyanınca mutlu olunan şeye kabus demek doğru mu emin değilim ama bu rüyalarda duvara asılan bir duyurudan ya da arkadaştan gelen bir telefondan, aslında mezun olmadığım, bir dersin notunun yanlış hesaplandığı gibi dehşet haberler alıyordum.

Detaylarda versiyonları da vardı bu rüyaların. Kiminde en korktuğum dersin sınavına tekrar girmem gerekiyordu, kimindeyse okulda yeniden bir dönem okumam. İlginç olansa, okulla ilgili en ufak bir mevzunun konuşulmadığı, bilinçaltımın hangi uyaranlar tarafından tetiklendiğini kesinlikle anlayamadığım zamanlarda geliyordu bu rüyalar.

İstanbul'a taşındım, çalışmaya başladım. Rüyalar azaldı. Bitmediler ama çok azaldılar. Sonra, hani nasıl bittiğini bile hatırlamadığınız bir süreç olur ya, ben de herhalde bir 5-6 yıl önce bu rüyalardan tamamen kurtuldum.

Ta ki geçtiğimiz haftaya kadar.

Benim bu "meğersem okul bitmemiş!" kabusum kendini zamana göre adapte etmiş ve yeni bir versiyonla karşıma çıkmaya karar vermiş. Yeni versiyon bitirememe korkumu değil, başlama korkumu gıdıklamayı akıl etmiş. Başarısızlıkla değil, başarı arzusu ve ona ulaşma çabasıyla tedirgin etmek istemiş beni.

Rüyamda, bitirdiğim okula lisansüstü eğitim almak için geri dönmüştüm. Ter içinde uyandım.

Gün 5. Bir rüyanızı veya kabusunuzu hikaye şeklinde yazın.

4 Aralık 2013 Çarşamba

Piksel Çocuk

Mayni'yle tanışın. Mayni bir piksel çocuk. 43 adet kareyle Mayni'nin tüm karakterini özetleyebilirsiniz. Piksellerden oluşuyor olması, onu hem çok basit biri yapar, hem de çok derin. Şöyle açıklayayım; Mayni'yi gördüğünzde onun tüm katmanlarını çözersiniz, neden yapıldığını, ne olduğunu anlarsınız ve bu size güven verir. Fakat onunla bir süre vakit geçirdikten sonra, piksellerin gizlediği daha yüksek çözünürlüklü bir görüntünün Mayni'nin 43 karesi altında saklı yattığını düşünmeye başlarsınız ve bu defa bir tekinsizlik duygusu sarar benliğinizi.

Mayni bu özellikleri hakkında fazla düşünmez, ama tedbiri de elden bırakmaz. Her sabah kalkar, 2 piksel kravatını takar ve gezmeye koyulur. Bu gezintileri sırasında tanıştığı insanlarla kısa sohbetler eder. Kimsenin yanında uzun süre kalmaz. Böylece Mayni'yi kısa süre için tanıyan herkes, onun piksel-dürüst, yani göründüğü gibi olan, basit bir insan olduğunu düşünür ve bu insanların Mayni'ye kolayca kanları ısınır.

Mayni hayatından memnundur. Daha yüksek çözünürlüklü olmak onun üzerine uzun uzun düşündüğü bir konu değildir. Kristal gibi görünme arzusu yoktur. Çünkü aynaya bakmadığı sürece, nasıl göründüğü ya da kaç piksel olduğuyla ilgili bilginin de çok önemi yoktur. Bir tek şu insanlarla sıkı fıkı olmama konusu önemlidir Mayni için.

Mayni eskiden insanlarla sıkı fıkı olurdu. Bu zamanlar, Mayni'nin tam 44 piksel ettiği günlere denk düşüyor. Mayni, yakın arkadaşı Şaşe'yle birlikte vakit geçirmeyi özellikle severdi. Şaşe'yle birlikte birbirlerinin peşi sıra gezip dolaşır, uzun uzun sohbetler ederlerdi. Mayni'nin piksel görüntüsü altında saklı olanı ilk merak eden de Şaşe oldu. Görünenden fazlasını anlamak için konuşmak gerekir. Mayni ve Şaşe konuştukta birbirlerini daha iyi anladılar. Şaşe artık Mayni'ye baktığında en az 2 üzeri n+1 adet daha fazla piksele sahip çok daha net bir çocuk görüyordu karşısında. Tabii gözle görünenden bahsetmiyoruz burada.

Şaşe'nin bir gün gitmesi gerekti. Mayni'yi özellikle bırakıp gitmek gibi bir niyeti yoktu gerçi ama gitmesi gerektiğinde Mayni'yi de bırakması gerektiğinden bunun çok önemli yok. Mayni, hayatına Şaşe gibi birinin girmesinden çok mutlu olduğu için piksellerinden birini -saçının eskiden daha uzun olan perçemine denk düşeni- Şaşe'ye verdi. Şaşe gittiği her yerde bu pikseli de taşıdı. Mayni'yse 43 piksellik herkesin sevdiği ama kimsenin çok da tanımadığı biri olarak sürdürdü yaşamını.



Gün 4. Kafanızdan bir karakter atın ve onun hikayesini yazın.

3 Aralık 2013 Salı

1984 Malatya

Hayatta her anı şükrederek yaşamayı seviyorum. Genellikle herhangi bir anda, o anda ve o yerde olmaya bir alternatif hayal etmem. Fakat oturup düşününce, durup dururken dünyanın herhangi bir yerinde olma şansım olsaydı, kuralları biraz daha esnetip, dünyanın istediğim yerine, şu anki değil, istediğim bir zamandaki haline gidebilmeyi tercih ederdim.

1984 benim ilkokula başladığım yıl olmalı. Bundan 30 yıl önce zaman bu kadar hızlı ilerlemiyor, bilgi ve gelişme ülkenin her noktasına bugünkü gibi bir hızda ulaşmıyordu. 1983'te kurulan Anavatan Partisi'nin iktidar olduktan sonra ülkede gerçekleştirdiği en büyük gelişim hamlelerinden birinin köylere elektrik götürmek olduğunu söylersem o zamanları daha iyi canlandırabilirsiniz belki gözünüzde.

İşte o 1984'ün Malatya'sına da, 1970'ler sanki daha tam bitmemiş, ülke ve dünya kabuk değiştirmenin eşiğindeymişçesine bir atmosfer hakimdi. Şehrin en önemli ana caddesinde iki katlı binalar çoğunlukta, apartmanlar belli bölgelerde çoğalmaya başlamış, herkesin birbirini tanıdığı zannedilen bir küçük şehir ekosistemi.

Malatya'ya 1984 yılında gitmek istememin iki önemli nedeni var. Birincisi tarih; bundan 30 yıl önceki yaşam tarzı alışkanlıklarını ve kenti görmek istiyorum. Malatya'yı seçmemin nedeni de, şimdiki zamanla 30 yıl öncesini en iyi karşılaştırabileceğim yerin Malatya olması. Hadi bir de gizli neden ekleyeyim; çocukluğumun dünyasına nostaljik bir gezi yapma arzusu da bu seçimimde etkili olmuş olabilir.

Gözlerimi hafifçe kısıp -eveti biraz klişe ama işe yarıyor- kendimi o yıldaki şehrimde şimdiki algımla hayal ediyorum. İlk farkettiğim şey mesafelerle ilgili. İnsan 7 yaşındayken tavanları çok yüksek, caddeleri çok uzun sanıyor belli ki. Şimdi düşününce, Malatya'nın henüz uydu semtlere doğru genişlemeye başlamadığı o zamanlarda tüm kentin -biraz zorlarsam- yürüme mesafesi içinde ulaşılabilir durumda olduğunu farkediyorum. Yine yürüyerek kentin sınır mahallelerine ulaşmak ve oradan tarla, bağ, bahçelere doğru kentleşmenin başlamadığı yerleri gezmek mümkündü muhtemelen.

Gelişmenin yavaş olduğu yıllarda bir esnaf yıllarca aynı dükkanda olurdu. Bakkalımız bile babasından devraldığı işi aynı yerde sürdürüyordu. Hayat böyle yavaş akarken hayaller nasıl şekilleniyordu acaba o yıllarda? Bunca sakinliğe rağmen çocukken Mars kolonilerine gideceğim bir gelecek hayal edebiliyordum. Çocuklukla ilgili önemli bir not; hayal gücü ve yaratıcılık sonradan gelmiyor, bunların sınırları ve çerçeveleri sonradan oluşuyor.

1984'te sosyal hayatı düşündüğümde tüm sahneler annemle başlıyor. Böyle olması doğal, çünkü henüz erkek dünyasına tam girmediğim, evden dışarı çıkarsam annemle birlikte olduğum zamanlardı. Ev gezmeleri, komşuların oturma odaları aklıma geldiğinde evlerde -kendi evimiz de dahil- ne kadar az eşya olduğunu hatırlıyorum. Mobilya yaptırılan bir şeydi ve ömür boyu kullanılırdı. Her şeyin ucuza bulunduğu mağazalar yoktu, en dandiğinden bir süs eşyası bile hediye olarak geldiğinde evin başköşesinde yıllarca kalabilirdi.

1984'te kaset bile henüz yaygınlaşmamıştı. Plakçaları olan şanslı evler plak dinleyebiliyordu ama ana müzik çalma aleti radyoydu. Alt katımızda oturan halamın küçük oğlu Ercan'ın -küçük oğlu dediysem benden 10 yaş büyüktü- film rulosu gibi halkaya sarılı bantları çalan bir aleti vardı, şu anda o teybin ya da sistemin adını bile bilmiyor oluşuma hayret ediyorum. Ercan Ağabey'in odası bizim ablamla kaldığımız odanın tam altında olduğu için akşamları onun dinlediği müziklere yere kulağımızı dayayarak biz de ortak olurduk. Sadettin Kaynak'ın "Muhabbet Bağına" eserini ilk defa kulağım yerde dinlemiş olabilirim.

O yıllarda kırlara erişim de çok kolaydı. Babamın arkadaşlarıyla gittikleri "adam adama" pazar pikniklerine ben de katılmaya başlamıştım. Daha sonra bu pikniklerin yerini, elimizde tüfeklerle saatlerce dolaşıp hiçbir canlıya nişan almadan geçirdiğimiz muhteşem av gezileri aldı. Otomobilin gidebileceği son noktada aracı bırakıp, saatlerce dağda bayırda yürümenin, gözle görünen hiçbir yerde bildiğimiz medeniyete ait sembollerin görülmemesinin ne kadar lüks olduğunun o zaman farkında değildim. Özellikle av için çıktığımız gezilerle ilgili hatırladığım önemli bir algı kırılması var. Belli bir yaşıma kadar kısa sürede sıkılıp eve, televizyona koşmayı arzuladığım bu gezilerde, bir süre sonra ani bir değişimle gezinin hiç bitmemesini istemeye başladığımı hatırlıyorum.

O yıllara ait pişmanlıkla anabileceğim tek şey, içinde bulunduğum zamanın ve yerin tadını tam olarak çıkaramamak olabilir. Çocukluğumda hep büyümeyi, Malatya'dan ayrılmayı, hayallerimin peşinden koşmayı arzulardım. Bu nedenle, çocukluğum ve hayata oyun olarak bakışım geride kalmaya başladıkça, içinde bulunduğum anlarda o anların tam olarak içine girememe sorunum da başlamış oldu. Belki de ergenliğin tanımıdır bu, bilemiyorum.

1984'ün Malatya'sındaki gezimi mezarlıkta bitireyim. Babam çok küçükken vefat etmiş olan dedemin mezarına bayram sabahları yapılan ziyaretler, mezarlığın bir yandan şehrin dışında, bir yandan eve oldukça yakın oluşu, ve belki de en ilginci, mezarlıkta bulunmaktan mutluluk duymam... Doğduğum ve büyüdüğüm kentle ilgili 30 yıl öncesine ait gözlemlerimi bugünkü algımla ziyaret ettiğimde aklımdan geçenler bunlar.

Gün 3. Dünyada istediğiniz bir yere gidebilecek olsanız nereyi seçerdiniz, düşünün. Oradaki deneyiminizi yazın.

2 Aralık 2013 Pazartesi

Beş Balık, Dört Kedi Yavrusu

"Beş balık, dört kedi yavrusu, üç tavşan, iki fare ve bir köpek bul."

Ne?

"Zaman sınırın yok ama çok da uzatmaya gelmez. Bir grubu bitirmeden diğerine geçme, önce balıkları bul, sonra kedileri, sonra tavşanları, daha sonra fareleri ve en sonunda da köpeği. Hepsinin isimlerini ve bulduğun zamanı kaydet ve sonra da fotoğraflarını çek. Fotoğrafları Instagram'da etiketlerle paylaş. Etiketleri #beşbalık ya da #üçtavşan şeklinde kullanabilirsin."

"Tüm başvuranların listesi tamamlandığında değerlendirme aşamasına geçeceğiz. En özgün olduğunu düşündüğümüz listeleri oluşturmuş adayları da tekrar görüşmeye çağıracağız."

Hayatımda geçirdiğim en kötü iş görüşmesi olabilir bu ama verilen görevin saçmalığı odaya sürreel bir zaman yavaşlatma tozu gibi serpildiğinden sesimi çıkarıp bir şey de diyemiyorum.

"Sosyal medya uzmanlığı için ilk başlarda sosyal ağlarda takipçisi bol, paylaşım meraklısı gençleri arıyorduk. Zaman içinde araştırma da önemli hale gelince bu yola başvurduk. Hem istediğimiz ölçüde araştırma becerilerinizi gözlemlemiş olacağız bu yöntemle, hem de paylaşımlarınızın etkinliğini ölçeceğiz."

Artık bu iş başvurusundan dolayı pişmanım, fakat bir yandan da verilen görevin kendine has bir cazibesi var. Bu hayvanları bulup fotoğraflarını çekmek ve Instagram'a yollamak istiyorum gerçekten de. Başvurumu boşverip, görevin ilginçliği adına bu işin peşine düşeceğim sanırım.

"Paylaşım etkinliği derken, fotoğrafların aldığı beğenileri saymaktan söz ediyorum. Projenin tamamına katkısı az da olsa, fazla beğeni almak da önemli."

Kedi, tavşan ve köpek için "bu yavruya ev arıyoruz, lütfen yayalım" tuzağını kullanabilirim, ben paylaşımı hem de beğeniyi iyi roketler bu numara. Fare ve balık fotoğraflarını nasıl beğendireceğim peki? Hah! Burada da karitatürler yardımıma koşabilir. Fotoğraf çek dedi ama canlı hayvan fotoğrafı demedi kadın, o zaman ekrandaki karikatürün fotoğrafını çekerek paylaşabilirim. Komik balık fotoğrafları, bir de miki fare imajı altına uygun capsi yazdığım takdirde uçup gidecektir.

"Sormak istediğiniz bir şey yoksa tıbbi analiz cihazları ithalatı yapan firmamızın sosyal medya hesaplarını yönetecek kişi için açtığımız bu pozisyona başvurduğunuz için teşekkür ederiz."

Rakı masasında balık çekip altına "Şerefe diyenler like!" yazarsam en süper o fotoğraf yürür aslında.

Gün 2. Herhangi bir kitabın, herhangi bir sayfasını açın ve bir satır seçin. O satırla yazıya başlayın, gerisi sizden…

1 Aralık 2013 Pazar

Okumak, Yazmak, Okumak

Bir varmış, bir yokmuş. İnsanların düşüncelerini yazıya dökme arzusu varmış, ama yazmak için kullanılacak malzemelere erişim zormuş. Yazı yazmak kolaylaştığında, metinleri başka insanlara ulaştırmak derdi çıkmış. Gel zaman, git zaman, matbaa icat olunca, iyi metinleri çok sayıda insana hızlı bir şekilde ulaştıracak bir yöntem de hayatımıza girivermiş.

Bu defa yüzyıllarca matbaada çoğaltılıp kitlelere ulaştırılacak o iyi metinlerin araştırılıp bulunması işiyle uğraşılmış. Matbaalardan basımevleri ve yayınevleri doğmuş. Basım olanakları erişilebilir ve düşük maliyetli oldukça, daha niş gruplar için kitaplar da basılabilir ve dağıtılabilir olmaya başlamış.

Bu sistem de birbirinden ayrı bir yazar ve okur kitlesi yaratmış. Küçük gruptaki yazarlar, büyük gruptaki okurlara ulaşabilmek için çalışmışlar, büyük gruptaki bazı okurlar da o küçük ve cazibeli yazarlar grubuna dahil olmak için gayret göstermişler.

Dünyanın değişmez kuralı, hiçbir şeyin değişime direnemeyecek olması. Bir gün internet girmiş hayatımıza, sonra basit yazma ve yayınlama platformları. Bir anda okur ve yazar grupları daha öncekinden çok daha fazla iç içe geçmiş bir hal almaya başlamış. Yazmak isteyen birisi, yazdığı metinleri yayınevlerine götürmeden önce okurlarına sunabilme şansı yakalamış. Yayınevleri, iyi yazar adaylarını çok daha hızlı gözlemleyebilmeye başlamış. Bence en önemlisi; her bir yazının tek bir okuru da olsa, o büyülü okur-yazar ilişkisi herkesin erişimine açılıvermiş.

Küçüklüğümden beri bir şeyler yazıyorum. 2004'te blog yazmaya başladım. Yazmayla ilgili kendimi hep serbest bıraktım. İçimden gelirse, vaktim olursa, canım isterse, ilham perisi dokunursa... Ben de oturup yazardım iki satır. Bugünden itibaren yazma konusunda kendimi disipline etmeye karar verdim. Bu konuda çok da iyi bir fırsat çıktı karşıma. Deniz ve Aslı'nın bloglarında başlattıkları #blogfırtınası! Bu okuduğunuz yazı, Aralık 2013 boyunca her gün yazacağım toplam 31 yazının ilki, gerçekleştirdiğim ilk ödevim. Önümüzdeki 30 gün boyunca yazacağım diğer konuları buradaki listede görebilirsiniz.

Bir zaman heveslenip bir blog açtıysanız ya da hiç blogunuz olmadıysa ama bu okuduklarınız içinizde küçük de olsa bir heyecan uyandırdıysa, siz de katılın #blogfırtınası'na. Hem her gün bir yazı yazmanın keyfini çıkartın, hem de 2014'e sayfalarca metin üretmiş olarak girin.

Gün 1. Yazınıza “Bir varmış, bir yokmuş” ile başlayın.