19 Şubat 2007 Pazartesi

İtalya

Sabah 5'te kalkıp patronun evine gittim. Şoförü ikimizi de oradan aldı ve 6'da Atatürk Havalimanı'ndaydık. Hayatımın en hızlı çekinini yapıp, ardından da en hızlı güvenlik kontrolünden geçtikten sonra 6.15'te uçuş için hazırdık ve uçuş 8'deydi. Starbucks'ın içilebilecek tek kahvesini, günün filtre kahvesini içip biraz dergi ve gazete karıştırdım. Bu arada yolculuğumuz boyunca bizimle olacak olan müşterilerimizle de muhebbete koyulduk.

Uçağa bindiğimizde memnundum. Koridorda oturuyordum ve koridor tarafında oturmayı severim. Milano'ya inene kadar çok az uyuyup daha çok yanımdaki Wired'ı okudum. Joost'la ilgili 6 sayfalık sağlam bir makale vardı. Milano'ya indiğimizde patron bir tasarımcı dostunun geçen sene Milano Design Week için havalimanına indiklerinde yaptığı espriyi hatırlattı: Welcome to Bulgaria. Biraz basık bir havalimanı gerçekten de. Benim de iyi anılarım yok burada.


Milano'dan Torino'ya -niye Turin deniyor buraya?- geçtiğimiz minibüsün içinde lise yıllarını ve okul servislerimizi hatırladım. Servisin içinde de yerimde oturmaktan sıkılınca arkamı döner, dizlerimin üstünde koltuğa ters oturup arkadakilere laf yetiştirirdim. 1,5 saatlik Torino yolculuğumuzda da bu pozisyonda müşterimizle muhabbet ettim.


Turin Palace oteli eski ve şık bir otelmiş. Girişin yanındaki ana alanı bir müze galerisi gibiydi. Niye fotoğrafını çekmediysem artık? Otel odası da eski ve sakindi. Sevmedim çok odayı. Banyosunda bir ince ruh vardı ama. Beni böyle alıp da çok eski zamanlara götüren...


Armando Testa İtalya'nın en büyük ajansı. Avrupa'da bir çok büyük kentte şubeleri var ama merkezleri Torino'da. Büyük ve şık bir binaları ve ilginç bir lobileri var. Buradan hareket ettiğimiz Fiat Auto binası ise muhtemelen tüm Torino'daki en görkemli kurumsal bina. Büyükçe bir caddenin başında adeta eski çağlardan bir katedral ya da saray gibi yükselen dev kutu yaklaşık 100 yıllık ve endüstri devriminin, çeliğin işlenmesinin, seri üretim çağının başlamasının bir simgesi olarak dikiliyor. Proporsiyonu kafanızda canlandırmanız için bir bilgi: bizim ajansın tamamının kapladığı alanın 8 katı kadar bir lobiye sahip.



Toplantılar uzun fakat keyifliydi. Çıktığımızda akşam olmuştu ve Lancia Design Tour Italy gibi bir adı olan gezici sergiyi gezdik. Sergiden iki not: Aygül'ün Momo Design kaskının turuncusu burada, bir de benim kuşak ve biraz daha üstünden olup da üstten sallanan şu koltuğa bakarak "Emanuel" demeyecek bir babayiğit var mı?





Hemen ardından da yan taraftaki Motor Village da denen Mirafiori'ye, muhtemelen Fiat Auto'nun en büyük sergi salonuna bir uğradık. Dünyanın en güzel otomobili olan Alfa Romeo 8C Competizione'nin cabrio versiyonunu da gördüm burada. Karnım deli gibi acıkmıştı ve bu konuda yalnız değildim. Ganbar ya da Genbar adlı bir kafe-bara uğradık önce. Birer aperatif aldık -ben öglen içtiğime benzer bir beyaz şarap-. Sonra da yemek için Monferrato adlı müthiş lokantaya gittik ve masamıza yerleştik. Yediğim şeyleri ve içtiğimiz şarapları da not almıştım ama buradan yazmak çok acımasızlık olabilir diye onları kendime saklıyorum. Yemeğin en kısa özeti: mükemmeldi.




İki haftalık bir salata-sebze diyetinden sonra yenen bunca yemek ve içilen içkiler gece rahat bir uyku uyutmadılar. Sabahın köründe Milano'ya yola koyulduk. Havalimanında kahvaltı ve Duty Free mağazasından küçük bir alışverişten sonra uçak ve geri dönüş. Bu defa koridorda değilim, biraz sıkıntılıyım.


Tüm seyahatin en keyifli anı: Fiat Auto binasının kocaman bir toplantı odasındayız. Armando Testa ve Lancia'nın üst düzey yöneticileriyle birlikteyiz. Bizim ajansın genel müdürü şu anektodu aktarıyor; Yalçın'ın dedesi Malatya'ya otomobili ilk getiren kişiymiş ve o otomobil bir Fiat'mış. Dönüşte bunu babama anlatmak için sabırsızlanıyorum.


Dedem fotoğrafta en sağdaki

4 yorum:

  1. Joost benim de ilgimi çekiyor ama hala PPC Mac'ler için çıkmadı... Intel Mac'i veya Windows PC'si olanlara izlenimlerini sormak lazım.

    Milano havaalanı bir acayipti sahiden, ama Centrale garına bayıldıydım, keşke trenle gitseymişsiniz Torino'ya. Bu arada "Turin" frenk ekolünün icadı bir isim olsa gerek. ;)

    Hasır koltuğun aynısından bir arkadaşımda var ve biz de ona "Emmanuelle" diyoruz!

    Daha önce söylemiş olmalıyım ama olsun: deden aynı babana benziyor... Şu anda bıyık bıraktığına göre iyice benzemiş olsa gerek! :D

    YanıtlaSil
  2. Torino'da da gara çok yakındı kaldığımız otel. Dedemin çok ilginç bir durumu var, her yaş döneminde farklı bir oğluna benziyor. 50'li yaşlarının fotoğraflarında da 2 ay önce rahmetli olan Arıkan Amca'ma benzer mesela.

    YanıtlaSil
  3. nası kıskandım,nası nası anlatamam..:/..:))
    ben ya italyandım, ya italyan olucam ya da bilmiyorum..:P

    YanıtlaSil
  4. İnan kıskanılacak gibi değildi. Tamam bir düzine İtalyan'la tanıştım ve aksanlı İngilizcelerine bol bol maruz kaldım ama diğer yandan ülkenin ya da kentin havasını çok soluyamadım yahu. Duty Free'den parmesan ve balsamik sirke aldım bir de tabii, bu ayrıntıyı da utanarak ekliyorum.

    YanıtlaSil