10 Aralık 2013 Salı

Bir Sürücünün İtirafları

Trafikte tecrübem arttıkça daha dikkatli bir sürücü olup çıktım. Otomobile bindiğimde en sevdiğim şey, TRT Radyo 3'ü açmak, eğer sabah saatleriyse güzel bir klasik müzik programı dinlerken 21 dereceye sabitlediğim araç içi iklimde kahvemi de içerek sakin sakin yol almak. Bu günlere gelmem kolay olmadı tabii.

18 yaşıma girdikten çok kısa bir süre sonra ehliyetimi aldığımda, otomobil kullanmayı zaten biliyordum. İlk yıllarda acemilikten olsa gerek, biraz daha çekinceli ve yavaş bir sürücüydüm. Trafikte tecrübem arttıkça da, karayollarının amacının bizi bir yerlere ulaştırmak olmadığını fark ettim. Karayolları bir "cangıl"dı aslında, ve amaç bir yerlere ulaşmak değil; hayatta kalmaktı.

Bu gözlemi önce reddetmek istedim. Ne de olsa, ben sürekli okuyan, sanatın çeşitli dallarında hem amatör hem profesyonel faaliyetlerde bulunan çağdaş bir üniversite öğrencisiydim. Medeni bir insan olarak trafikte yavaş olmam beklenirdi. Ancak trafikte yavaş gitmenin hayatımı daha çok tehlikeye soktuğunu görüp, gerçeği kabullenmek zorunda kaldım. Madem bu bir hayatta kalma savaşı; o zaman ben, hayatı tehlikede olan değil, başkasının hayatını tehlikeye atan olacaktım.

Bu sert sözlerime bakmayın. Aslında benim agresif sürüşüm yüzünden benimki dışında hayatı tehlikeye girmiş bir sürücü bulunduğunu sanmıyorum. Genel kanının aksine, bir trafik canavarı için beceri, diğer sürücüleri rahatsız etmek değil; onları normal gidişlerinden alakoymadan "aralarından" dolaşarak, "en hızlı" rekoru için çaba sarfetmektir.

Ancak bu sanıldığı kadar kolay bir şey değil. Eğer risk alma seviyeniz diğer sürücülerden yüksekse, çoğu zaman hak etmediğiniz tacizlere maruz kalırsınız. Makas atarken önüne kırdığınız bir sol-şerit-kaplumbağası, fren yapmasına sebep olmadan hızla yolunuza devam etseniz bile, arkanızdan çılgınca far yakmaya başlar. Amacı sizi uyarmak değildir, "aman dikkat çok hızlı gidiyorsun, başına bir şey gelecek!". Burada amaç, küfretmektir. Çünkü siz ondan hızlısınızdır.

Çok önemli bir noktadan söz etmenin tam zamanı. Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, yazımın başından beri, yavaş ve hızlı gitmekten bahsediyorum. Özellikle değinmediğim nokta: Dikkat. Hep yavaş sürücülerin daha dikkatli olduğu zannedilir. Oysa yavaş otomobil kullanmak, reflekslerinizi zayıflatır, uykunuzu getirir, ve dikkatinizin kolayca dağılmasına sebep olabilir. Hele uzun yolda otomobil kullanırken yavaş bir tempoda gitmeyi tercih ederseniz, uykunuzun gelme ihtimali tehlikeli derecede artar.

Öte yandan, süratli bir sürücünün kalp atışları daha hızlıdır, çünkü sürat adrenalin salgılanmasına sebep olur, ve bu da dikkatin çoğalmasına ve tüm bedenin her türlü reflekse hazır hale gelmesine neden olur. Siz yavaş yavaş yol alırken, sağınızdan ya da solunuzdan ok gibi geçen bir aracın sürücüsü -usta trafik canavarlarına özenen bir amatör olmadığı müddetçe- sizden çok daha uyanık ve dikkatlidir.

Tabi belirtmemiz gereken başka bir konu da alkollü otomobil kullanmak hakkında. Yine çoğunuzun zannettiği gibi, bir trafik canavarı olarak ben, alkollü otomobil kullanmam ve kullanılmasına da şiddetle karşı çıkarım. Burada dikkati çekmemiz gereken bir konu çıkıyor karşımıza yeniden: İçip içip etrafta terör estiren yeniyetmeler ya da sorumsuzlarla profesyonel trafik canavarları arasında çok net bir ayrım var. Bir trafik canavarı -çok önemli bir kapışma söz konusu olmadığı taktirde- asla başka sürücülerin hayatını sorumsuzca tehlikeye atmaz.

Çok önemli bir kapışma söz konusu olmadığı müddetçe!.. Açık sözlü olmalıyım, bizlerin de bazı kusurlu tarafları, zayıf noktaları var. Eğer otomobilinizi diğer sürücülerden daha iyi kullanıyor, ve bundan keyif alıyorsanız, sizin gibi başka birinin gelip sizin keyfinizi bozması pek hoş olmuyor, ve yarış ya da kapışma başlamış oluyor.

Hepiniz trafikte arka arkaya giden süratli otomobilleri görmüşsünüzdür, bu konuda fazla bir şey söylemeye gerek yok. Kolayca tahmin edilebileceği gibi, iki trafik canavarı yarışmaya kalkarlarsa, hele bir de sürücülük deneyimleri birbirlerine yakınsa, ortada gerçekten büyük bir tehlike var demektir. Birinin mutlaka yenilgiyi kabul etmesi gerekir. Yenilen sürücü kendini şöyle kandırır: "Yarışan olmazsa, kazanan da olmaz".

Bir de altlarında 150 HP'ye sahip motoru olan otomobillerle kağnı gibi giderken, küçücük bir alt sınıf otomobilin kendilerini geçmesini gururlarına yediremeyip, bilinçsizce tehlikeye atılanlar var. Üzülerek söylüyorum, bu kişiler daha çok andropoz dönemindeki sürücüler. Kaybedecek şeyi az olan insanlarla yarışmaya kalkmanın başka mantıklı açıklaması olamaz.

Peki bir trafik canavarı olarak ben çok mu güvende hissediyorum kendimi? Aslında hayır. Başıma o kadar ilginç olaylar geldi ki, hayatta kalma serüvenimin aslında çok başarılı olmadığını, gerçekten uzun yaşamak istiyorsam bunun sürücülük tekniğimle hiç alakası olmadığını anladım. Uzun yaşamak istiyorsanız, trafiğe çıkmayın; yaya olarak bile! Evde oturanlar, yolda gidenlerden daha çok yaşar.

Son olarak başıma gelen hazin bir olayı aktarmak isterim. Geçen sonbahar çok tatlı bir kızla tanışmıştım. İlk görüşmemizden sonra birkaç kez telefonla konuştuk. Uzun zamandır hiçbir kızla konuşmak beni bu kadar heyecanlandırmamıştı. Sonunda buluşmaya karar verdik. Güneşli bir Pazar günü beraber sinemaya gittik. Ancak kaderin bir oyunu sinema çıkışında bizi şakır şakır yağan bir yağmurla karşılaştırdı. Benim zayıf noktam yağmurdur. Yağmurda süratli otomobil kullanmayı deli gibi severim. Kızcağızı kaldığı öğrenci yurduna bırakırken de -bir yandan onunla sohbet etmeye devam etmeye çalışıp, ki böylece sakinleşirim zannediyordum- oldukça hızlı ve "atraksiyon"lu bir şekilde sürüp, canım arkadaşımın koltuğuna mıhlanıp kalmasına sebep oldum.

Bir iki defa daha telefonla konuştuk. Sonra bir daha görüşmedik.

Birkaç kez de ölümün soğuk nefesi denilen şeyi gerçekten ensemde hissettim. Fakat her şeyin bir bedeli var… Ben bir manyağım. Bunun tüm avantajlarını sömürüyorsam, olumsuzluklarına da katlanmalıyım.

Belki bir gün ben de uslu uslu otomobil sürmeyi öğreneceğim. O zaman gelecek olursa, bildiğim tek şey, sakin bir sürücü olarak, benden hızlı gidenleri eleştirmeden önce iki kez düşüneceğim. Yine de beni gerçekten kızdırırsa, o zaman ağzının payını alır!

yazının orijinali

Gün 10. Eskiden yazdığınız bir şeyi bulun. Girişini tekrar yazıp ona yepyeni bir ton verin.

Ömer

Kristal Elma'nın 20. yılı. Bigumigu da 8. yılını doldurmak üzere. Kristal Elma'ya sponsoruz, sitede çılgın gibi içerik girdiğimiz, bu yüzden de deli bir tempoyla etkinlikte oradan oraya koşturduğumuz bir dönem. Öğle yemeği için festivalin gerçekleştiği Santral İstanbul yerleşkesinin yemekhanelerinin birinde kafamı kaldırıyorum ve Ömer Turan'ı görüyorum.

Ömer'le Bilkent'ten tanışıyoruz. 4 Mevzim dergisinin yazı kurulunda birlikte çalışırdık. Yanlış hatırlamıyorsam kamu yönetimi okuyordu. Bilkent sonrası lisansüstü eğitimine devam ettiğini hatırlıyorum ama sonra hiç kesişmemişti yollarımız.

Sesleniyorum ve benim onu tanıdığım hızla o da beni tanıyor. İkimizin de son 10 yıldır sima değiştirmemiş olmamızın bunda etkisi büyük. Ömer şimdi yardımcı doçent doktor olarak Bilgi'de iktisadi ve idari bilimler fakültesinde dersler veriyor. 10 yılda bu kadar farklı rotalarda olup aynı mekanda kendi işlerimizle ilgilenirken karşılaşmak beni mutlu ediyor. Dünyanın ve hayatın iç içe geçmişliğini, döngüselliğini bir kere daha takdir ediyorum. Bir daha birbirimizi arama motivasyonunu bulacağımızdan muhtemelen ikimiz de emin değiliz, ama gerçekten de ayaküstü konuştuğumuz o üç beş dakikada çok samimi bir diyalog yakalıyoruz.

Ömer'i çok tanımazdım. Fakat nedense bana hayatta kendi çizgisinde ilerleyerek mutlu olan insanlardan biri gibi görünürdü. Bilkent'te tanıdığım en derin kültürel arkaplanı olan, akademik altyapısı daha lisans düzeyindeyken gayet sağlam olan biriydi ve Bilkent'te sayıları az olmasa da görünürlükleri pek net olmayan solcu öğrencilerden biriydi. Onu örnek almak isterdim. Onun gibi bilgi sahibi olmak, onun gibi politik konularda sabit tavırlar belirlemek. Bir şekilde hayatımı etkileyen insanlardan biriydi Ömer.

Yıllar sonra karşılaşmanın daha anlamlı olmasını beklerdim. Eski bir dostla karşılaştım oysa sadece.
Gün 9. Bir kafedesiniz, başınızı kaldırdınız ki kimi göresiniz! “Kimi” kısmı size kalmış, buyrun yazıda anlatın.

Şarkı

Sevdiğim şarkılar ve sözlerini sevdiğim şarkılar ayrı kategorilerde yer alıyor. 1977 doğumlu bir dünya vatandaşı olarak elektronik müziğin kitleselleştiği döneme tanıklık eden insanlardan biriyim. Daft Punk'ın Around The World gibi şarkılarını dilimize doladığımız, konserde giriş melodisini duyunca çılgına döndüğümüz bir gençlik yaşadık. Around The World'ün sözlerini sizinle paylaşmam gerekirse;

Around the world (144 kere tekrar)

Tabii bir yandan müziği ve sözleri bir arada değerlendirdiğim, anlamayı, üzerinde düşünmeyi sevdiğim şarkılar da var. Açıkçası müzik konusunda hiçbir zaman çok derin zevkleri olan biri olmadım. Klasik müzikten biraz anlarım -ve sık dinlerim-, caza hakim olmasam da dönemleri ayırt edebilecek kadar kulağım aşina, fakat gelin görün ki, mesela bir Bob Dylan dinleyip şarkı sözlerini takdir etmek nedense pek benim harcım olmadı. İngilizce'de ileri seviyeye geç ulaştığım içindir belki.

Bu yüzden sözleri ve müziğini beraber değerlendirdiğimde Pink Floyd'un Comfortably Numb'ı, Placebo'nun Without You I'm Nothing'i, Nirvana'nın Lithium'u gibi, bence çok da derin olmayan şarkıların beni etkilediğini görüyorum.

Konuya bir de Türkçe sözlerden yaklaşmak gerekiyor elbette. Türkçe bence kendini ifade etmek için mükemmel bir dil, fakat müziğe, şarkıya, özellikle batı armonisine ve dolayısıyla popüler müziğe çok uygun değil. Yıllardır dinlemediğim ama Türk müziğinde önemli bir yeri olduğunu düşündüğüm Sezen Aksu, Türkçe'yi müziğe yedirme konusunda çok iyidir mesela. Bugün Serdar Ortaç ya da Mustafa Sandal'ın meşhur ettiği tarzdaki gibi, Google'dan çeviri gibi duran, ritme uymaları dışında çok anlamı olmayan kelimeleri arka arkaya sıralamanın ötesine geçilemediği yöntemli şarkılarda artık nadir gördüğümüz bir dil hakimiyeti vardır Sezen Aksu'da.

Duman da Türkçe'yi iyi kullanan, söylemek istediğini müzikle güzel birleştiren gruplardan. Özellikle Dibine Kadar adlı efsane şarkılarında, ifade ettiği duyguları temelinden anlarsınız ve müziğiyle birlikte avaz avaz söylemek istersiniz.

Bu hafta İstanbul'daki ilk Sofar konserine katılma şansım oldu. Orada tanıdığım genç grup Yüzyüzeyken Konuşuruz'un şarkılarını ve sözlerini de özellikle çok beğendim. Mutlaka dinlemenizi öneririm: vimeo.com/yuzyuze

Son olarak; El Gibi, söz ve müziğiyle hem dinlemeyi, hem de söylemeyi en çok sevdiğim şarkılardan birisi. Müziğiyle gayet batılı bir armoni izleyen bu şarkıda cümleye "Yok!" emir kipiyle başlamak gibi gayet bizim dilimize özgü bir şiir duygusu nefis bir şekilde örtüştürülebilmiş. Bir şarkı seçmem gerekseydi ve bu şarkı her açıdan bana ulaşabiliyor olsaydı, seçimim muhtemelen El Gibi olabilirdi. Tuğba Özerk versiyonunu buradan dinleyebilirsiniz.
Gün 8. En sevdiğiniz şarkıyı alın, ismi ve sözleri yazınıza ilham olsun.

8 Aralık 2013 Pazar

Dört Mevsim / Sonbahar

Mevsimleri seviyorum. Doğanın döngüsü, yaşamın döngüsünü hatırlatıyor. Sadece üç aylık dönemler içerisinde kışın ter içindeki bir yaz gününü, yazın buz gibi bir kış akşamını unuttuğumu görmek beni şaşırtıyor ve ilgimi çekiyor. İlkbaharda en sevdiğim şey, etrafta değil, kendi içimde hissettiğim o yeniden canlanma ve tazelenme hissi mesela. Yazın yavaşlamayı seviyorum. Sonbahar'da ilkbahardakine benzer bir heyecan kaplıyor içimi, kışın yazdaki gibi bir yavaşlık, ama bu defa çok daha içedönük bir şekilde hayatıma giriyor.

Dört mevsimin benim için bir başka anlamı daha var. Üniversitede başarısız öğrencilik dönemimde, öykü yazmaya başlamam, ilk öykümün yayınlandığı Bilkent 4 Mevsim edebiyat dergisi sayesinde ilerlemişti.

Mevsimlerden özellikle birini daha çok seviyor değilim, ancak yeni geride bıraktığımız sonbaharla ilgili duygularım taze olduğu için bu yazıda Çin'de yaşayan bir sanatçı olan Oamul Lu'nun Autumn in China (Çin'de Sonbahar) adlı anime edilmiş GIF çalışmalarını paylaşmak istiyorum.

Ólafur Arnalds dinleyerek izlemenizi öneririm.










Yeniden doğabilmek için önce ölmek gerekiyor.

Gün 7. En sevdiğiniz mevsimi yazınızda okuyuculara da yaşatın.

6 Aralık 2013 Cuma

Çiçek Açan Kaktüs

Mutfakta penceremin önünde duruyorum. Neredeyse dona kalmış durumdayım. Kaktüsüm çiçek açmış ve ben kaktüslerin çiçek açtığına inanmazdım.

Bundan tam beş yıl önce, Aygül'le ilk defa birlikte aynı şirket ve ortamda çalışmayı deneyimlediğimiz ama çoğunlukla benim yüzümden elimize yüzümüze bulaştırdığımız Dream-box TV'de çalıştığımız zamanlar. Bir Ikea ziyaretinde ufak tefek çiçekler aldık. İki kaktüsü önce iş yeri masalarımız için beğeniyoruz, ama sonra ben işten atılıp, Aygül de istifa edince, kaktüsler eve dönüyor. Kaktüsleri mutfak penceresinin önüne koyuyoruz. Topağacı'nda oturduğumuz evimizin çok küçük bir mutfağı, ancak orantısızca büyük bir penceresi var. Bu yüzden küçücük mutfakta iş yapmak eziyet değil, zevkli bir evcilik oyunu gibi oluyordu çoğu zaman.

Bu aydınlık pencerenin önünde kaktüslerden bir tanesi yerini çok sevmiş olacak ki, alındıktan yaklaşık bir yıl sonra üzerinde minik tomurcukları farkediyorum önce. Kısa süre sonra da güzel mi güzel, minik pembe çiçekler açıveriyor.



Çocukken sokakta çiçekli kaktüslerin satıldığını görmüştüm. Ya birisi söylediği için, ya da kendi gözlerimle gördüğümden -hangisi şimdi emin olamıyorum- bu kaktüslerin üzerindeki çiçeklerin gerçek değil, küçük iğneleriyle kaktüslere saplanmış yapay çiçekler olduğunu öğrenmiştim. Bu nedenle, aradan geçen yıllarda kaktüs çiçeklerine ayrıca bir ilgi göstermediğimden, bu çocukluk bilgisinin kırıntısıyla çiçek açan kaktüsüm, kendi aklımda da bir devrim gerçekleştiriyor.

Demek ki hiçbir şey sandığım gibi olmayabilir. Demek ki sahte sandığım şey gerçek olabilir. Demek ki benim minicik mutfağımda bile bir mucize gerçekleşebilir.

Aradan yıllar geçtikten sonra Han'ın doğumunda sevgili dostum Korhan'ın hastaneye gönderdiği orkideyle de benzer bir hikayemiz oldu. Eve geldikten sonra tüm çiçeklerini döken orkidemiz, bir buçuk yıl boyunca kel bir şekidle durduktan sonra geçtiğimiz yaz yatak odamızın gün boyu direkt güneş ışığı almayan kuytu balkonunda aradığı mutluluğu buldu ve bir anda gelin saçı gibi çiçek açıverdi.



Demek ki mucizeler tekrar tekrar gerçekleşebilir.

Gün 6. “Mutfakta penceremin önünde duruyorum…” Başlangıç cümlesi bu, gerisi serbest.

5 Aralık 2013 Perşembe

Rüyada Okula Geri Dönmek

Okulu aslında hiç bitirmediğimi, tekrar girmem gereken bir sınav olduğunu öğreniyorum. Ter içinde uyandığımda bunun bir rüya olduğuna seviniyorum.

İyi kötü işinde başarılı ve sosyal medyada da bir miktar göz önünde biri olarak sık sık üniversitelerde konuşmalar yaparım. Öğrencilerle bir araya geldiğimde konuşmaya kendimi anlatarak başlarım. Konuşmanın başında seyirciyi yakalamak önemlidir. Benim numaram, bir empati bağı kurmak. Daha kendimden bahsetmeye başlarken üniversitede çok da istemediğim bir bölümü zar zor 7 yılda bitirdiğimi anlatmam genellikle karşımda beni izleyen yeni yetmeleri rahatlatır. Ufak tebessümlerle, kendi dertlerinden çok da uzak olmayan birinin karşılarında olduğunu anlarlar.

Üniversite biteli 10 yıldan fazla oluyor. Şimdi böyle neşeli bir şekilde sunum malzemesi yaptığım okul uzatma konusunu atlatmamsa aslında pek kolay olmadı.

Üniversitenin dönem sonu notlarını internet üzerinde yayınlayacağı sitede sürekli sayfa yenilediğim o akşamüstünü dün gibi hatırlıyorum. 6,5 yıl olmuştu okula gireli ve hiçbir dersten kalmasam bile, dönem ortalamam 2.00'ın altında gelecek olursa, C'nin altındaki dersleri tekrar almam gerekecekti. Artık aynı dersleri tekrar almak için sabrım kalmamıştı, ne olursa olsun bitsin istiyordum üniversite macerası. Sayfada bir anda beliren notları ve 2.03 mü, 2.02 mi şimdi tam hatırlayamadığım ama mezun olmam için yeterli gelen rakamı gördüğümde önce inanılmaz bir sevinç dalgası yayılmıştı tüm bedenime. Şaşırtıcı şekilde kısa süren bu sevinç şokunu aniden bir boşalma ve hüzün aldı. Bir şişe Kavaklıdere Angora (öğrenci şarabı) açıp ardından "Değdi mi lan onca yıla, onca çabaya?" dediğimi hatırlıyorum kendime ve ağlamaya başladığımı. Bitmişti ama değmiş miydi?

Şimdi bakınca elbette değmişti, hayat ve zaman doğrusal değil döngüsel kavramlar ve her şeyin olmasının ve oluş şeklinin bir sebebi var.

Okul bittikten sonra "meğersem bitmemiş" kabusları başladı. Aslında uyanınca mutlu olunan şeye kabus demek doğru mu emin değilim ama bu rüyalarda duvara asılan bir duyurudan ya da arkadaştan gelen bir telefondan, aslında mezun olmadığım, bir dersin notunun yanlış hesaplandığı gibi dehşet haberler alıyordum.

Detaylarda versiyonları da vardı bu rüyaların. Kiminde en korktuğum dersin sınavına tekrar girmem gerekiyordu, kimindeyse okulda yeniden bir dönem okumam. İlginç olansa, okulla ilgili en ufak bir mevzunun konuşulmadığı, bilinçaltımın hangi uyaranlar tarafından tetiklendiğini kesinlikle anlayamadığım zamanlarda geliyordu bu rüyalar.

İstanbul'a taşındım, çalışmaya başladım. Rüyalar azaldı. Bitmediler ama çok azaldılar. Sonra, hani nasıl bittiğini bile hatırlamadığınız bir süreç olur ya, ben de herhalde bir 5-6 yıl önce bu rüyalardan tamamen kurtuldum.

Ta ki geçtiğimiz haftaya kadar.

Benim bu "meğersem okul bitmemiş!" kabusum kendini zamana göre adapte etmiş ve yeni bir versiyonla karşıma çıkmaya karar vermiş. Yeni versiyon bitirememe korkumu değil, başlama korkumu gıdıklamayı akıl etmiş. Başarısızlıkla değil, başarı arzusu ve ona ulaşma çabasıyla tedirgin etmek istemiş beni.

Rüyamda, bitirdiğim okula lisansüstü eğitim almak için geri dönmüştüm. Ter içinde uyandım.

Gün 5. Bir rüyanızı veya kabusunuzu hikaye şeklinde yazın.

4 Aralık 2013 Çarşamba

Piksel Çocuk

Mayni'yle tanışın. Mayni bir piksel çocuk. 43 adet kareyle Mayni'nin tüm karakterini özetleyebilirsiniz. Piksellerden oluşuyor olması, onu hem çok basit biri yapar, hem de çok derin. Şöyle açıklayayım; Mayni'yi gördüğünzde onun tüm katmanlarını çözersiniz, neden yapıldığını, ne olduğunu anlarsınız ve bu size güven verir. Fakat onunla bir süre vakit geçirdikten sonra, piksellerin gizlediği daha yüksek çözünürlüklü bir görüntünün Mayni'nin 43 karesi altında saklı yattığını düşünmeye başlarsınız ve bu defa bir tekinsizlik duygusu sarar benliğinizi.

Mayni bu özellikleri hakkında fazla düşünmez, ama tedbiri de elden bırakmaz. Her sabah kalkar, 2 piksel kravatını takar ve gezmeye koyulur. Bu gezintileri sırasında tanıştığı insanlarla kısa sohbetler eder. Kimsenin yanında uzun süre kalmaz. Böylece Mayni'yi kısa süre için tanıyan herkes, onun piksel-dürüst, yani göründüğü gibi olan, basit bir insan olduğunu düşünür ve bu insanların Mayni'ye kolayca kanları ısınır.

Mayni hayatından memnundur. Daha yüksek çözünürlüklü olmak onun üzerine uzun uzun düşündüğü bir konu değildir. Kristal gibi görünme arzusu yoktur. Çünkü aynaya bakmadığı sürece, nasıl göründüğü ya da kaç piksel olduğuyla ilgili bilginin de çok önemi yoktur. Bir tek şu insanlarla sıkı fıkı olmama konusu önemlidir Mayni için.

Mayni eskiden insanlarla sıkı fıkı olurdu. Bu zamanlar, Mayni'nin tam 44 piksel ettiği günlere denk düşüyor. Mayni, yakın arkadaşı Şaşe'yle birlikte vakit geçirmeyi özellikle severdi. Şaşe'yle birlikte birbirlerinin peşi sıra gezip dolaşır, uzun uzun sohbetler ederlerdi. Mayni'nin piksel görüntüsü altında saklı olanı ilk merak eden de Şaşe oldu. Görünenden fazlasını anlamak için konuşmak gerekir. Mayni ve Şaşe konuştukta birbirlerini daha iyi anladılar. Şaşe artık Mayni'ye baktığında en az 2 üzeri n+1 adet daha fazla piksele sahip çok daha net bir çocuk görüyordu karşısında. Tabii gözle görünenden bahsetmiyoruz burada.

Şaşe'nin bir gün gitmesi gerekti. Mayni'yi özellikle bırakıp gitmek gibi bir niyeti yoktu gerçi ama gitmesi gerektiğinde Mayni'yi de bırakması gerektiğinden bunun çok önemli yok. Mayni, hayatına Şaşe gibi birinin girmesinden çok mutlu olduğu için piksellerinden birini -saçının eskiden daha uzun olan perçemine denk düşeni- Şaşe'ye verdi. Şaşe gittiği her yerde bu pikseli de taşıdı. Mayni'yse 43 piksellik herkesin sevdiği ama kimsenin çok da tanımadığı biri olarak sürdürdü yaşamını.



Gün 4. Kafanızdan bir karakter atın ve onun hikayesini yazın.

3 Aralık 2013 Salı

1984 Malatya

Hayatta her anı şükrederek yaşamayı seviyorum. Genellikle herhangi bir anda, o anda ve o yerde olmaya bir alternatif hayal etmem. Fakat oturup düşününce, durup dururken dünyanın herhangi bir yerinde olma şansım olsaydı, kuralları biraz daha esnetip, dünyanın istediğim yerine, şu anki değil, istediğim bir zamandaki haline gidebilmeyi tercih ederdim.

1984 benim ilkokula başladığım yıl olmalı. Bundan 30 yıl önce zaman bu kadar hızlı ilerlemiyor, bilgi ve gelişme ülkenin her noktasına bugünkü gibi bir hızda ulaşmıyordu. 1983'te kurulan Anavatan Partisi'nin iktidar olduktan sonra ülkede gerçekleştirdiği en büyük gelişim hamlelerinden birinin köylere elektrik götürmek olduğunu söylersem o zamanları daha iyi canlandırabilirsiniz belki gözünüzde.

İşte o 1984'ün Malatya'sına da, 1970'ler sanki daha tam bitmemiş, ülke ve dünya kabuk değiştirmenin eşiğindeymişçesine bir atmosfer hakimdi. Şehrin en önemli ana caddesinde iki katlı binalar çoğunlukta, apartmanlar belli bölgelerde çoğalmaya başlamış, herkesin birbirini tanıdığı zannedilen bir küçük şehir ekosistemi.

Malatya'ya 1984 yılında gitmek istememin iki önemli nedeni var. Birincisi tarih; bundan 30 yıl önceki yaşam tarzı alışkanlıklarını ve kenti görmek istiyorum. Malatya'yı seçmemin nedeni de, şimdiki zamanla 30 yıl öncesini en iyi karşılaştırabileceğim yerin Malatya olması. Hadi bir de gizli neden ekleyeyim; çocukluğumun dünyasına nostaljik bir gezi yapma arzusu da bu seçimimde etkili olmuş olabilir.

Gözlerimi hafifçe kısıp -eveti biraz klişe ama işe yarıyor- kendimi o yıldaki şehrimde şimdiki algımla hayal ediyorum. İlk farkettiğim şey mesafelerle ilgili. İnsan 7 yaşındayken tavanları çok yüksek, caddeleri çok uzun sanıyor belli ki. Şimdi düşününce, Malatya'nın henüz uydu semtlere doğru genişlemeye başlamadığı o zamanlarda tüm kentin -biraz zorlarsam- yürüme mesafesi içinde ulaşılabilir durumda olduğunu farkediyorum. Yine yürüyerek kentin sınır mahallelerine ulaşmak ve oradan tarla, bağ, bahçelere doğru kentleşmenin başlamadığı yerleri gezmek mümkündü muhtemelen.

Gelişmenin yavaş olduğu yıllarda bir esnaf yıllarca aynı dükkanda olurdu. Bakkalımız bile babasından devraldığı işi aynı yerde sürdürüyordu. Hayat böyle yavaş akarken hayaller nasıl şekilleniyordu acaba o yıllarda? Bunca sakinliğe rağmen çocukken Mars kolonilerine gideceğim bir gelecek hayal edebiliyordum. Çocuklukla ilgili önemli bir not; hayal gücü ve yaratıcılık sonradan gelmiyor, bunların sınırları ve çerçeveleri sonradan oluşuyor.

1984'te sosyal hayatı düşündüğümde tüm sahneler annemle başlıyor. Böyle olması doğal, çünkü henüz erkek dünyasına tam girmediğim, evden dışarı çıkarsam annemle birlikte olduğum zamanlardı. Ev gezmeleri, komşuların oturma odaları aklıma geldiğinde evlerde -kendi evimiz de dahil- ne kadar az eşya olduğunu hatırlıyorum. Mobilya yaptırılan bir şeydi ve ömür boyu kullanılırdı. Her şeyin ucuza bulunduğu mağazalar yoktu, en dandiğinden bir süs eşyası bile hediye olarak geldiğinde evin başköşesinde yıllarca kalabilirdi.

1984'te kaset bile henüz yaygınlaşmamıştı. Plakçaları olan şanslı evler plak dinleyebiliyordu ama ana müzik çalma aleti radyoydu. Alt katımızda oturan halamın küçük oğlu Ercan'ın -küçük oğlu dediysem benden 10 yaş büyüktü- film rulosu gibi halkaya sarılı bantları çalan bir aleti vardı, şu anda o teybin ya da sistemin adını bile bilmiyor oluşuma hayret ediyorum. Ercan Ağabey'in odası bizim ablamla kaldığımız odanın tam altında olduğu için akşamları onun dinlediği müziklere yere kulağımızı dayayarak biz de ortak olurduk. Sadettin Kaynak'ın "Muhabbet Bağına" eserini ilk defa kulağım yerde dinlemiş olabilirim.

O yıllarda kırlara erişim de çok kolaydı. Babamın arkadaşlarıyla gittikleri "adam adama" pazar pikniklerine ben de katılmaya başlamıştım. Daha sonra bu pikniklerin yerini, elimizde tüfeklerle saatlerce dolaşıp hiçbir canlıya nişan almadan geçirdiğimiz muhteşem av gezileri aldı. Otomobilin gidebileceği son noktada aracı bırakıp, saatlerce dağda bayırda yürümenin, gözle görünen hiçbir yerde bildiğimiz medeniyete ait sembollerin görülmemesinin ne kadar lüks olduğunun o zaman farkında değildim. Özellikle av için çıktığımız gezilerle ilgili hatırladığım önemli bir algı kırılması var. Belli bir yaşıma kadar kısa sürede sıkılıp eve, televizyona koşmayı arzuladığım bu gezilerde, bir süre sonra ani bir değişimle gezinin hiç bitmemesini istemeye başladığımı hatırlıyorum.

O yıllara ait pişmanlıkla anabileceğim tek şey, içinde bulunduğum zamanın ve yerin tadını tam olarak çıkaramamak olabilir. Çocukluğumda hep büyümeyi, Malatya'dan ayrılmayı, hayallerimin peşinden koşmayı arzulardım. Bu nedenle, çocukluğum ve hayata oyun olarak bakışım geride kalmaya başladıkça, içinde bulunduğum anlarda o anların tam olarak içine girememe sorunum da başlamış oldu. Belki de ergenliğin tanımıdır bu, bilemiyorum.

1984'ün Malatya'sındaki gezimi mezarlıkta bitireyim. Babam çok küçükken vefat etmiş olan dedemin mezarına bayram sabahları yapılan ziyaretler, mezarlığın bir yandan şehrin dışında, bir yandan eve oldukça yakın oluşu, ve belki de en ilginci, mezarlıkta bulunmaktan mutluluk duymam... Doğduğum ve büyüdüğüm kentle ilgili 30 yıl öncesine ait gözlemlerimi bugünkü algımla ziyaret ettiğimde aklımdan geçenler bunlar.

Gün 3. Dünyada istediğiniz bir yere gidebilecek olsanız nereyi seçerdiniz, düşünün. Oradaki deneyiminizi yazın.

2 Aralık 2013 Pazartesi

Beş Balık, Dört Kedi Yavrusu

"Beş balık, dört kedi yavrusu, üç tavşan, iki fare ve bir köpek bul."

Ne?

"Zaman sınırın yok ama çok da uzatmaya gelmez. Bir grubu bitirmeden diğerine geçme, önce balıkları bul, sonra kedileri, sonra tavşanları, daha sonra fareleri ve en sonunda da köpeği. Hepsinin isimlerini ve bulduğun zamanı kaydet ve sonra da fotoğraflarını çek. Fotoğrafları Instagram'da etiketlerle paylaş. Etiketleri #beşbalık ya da #üçtavşan şeklinde kullanabilirsin."

"Tüm başvuranların listesi tamamlandığında değerlendirme aşamasına geçeceğiz. En özgün olduğunu düşündüğümüz listeleri oluşturmuş adayları da tekrar görüşmeye çağıracağız."

Hayatımda geçirdiğim en kötü iş görüşmesi olabilir bu ama verilen görevin saçmalığı odaya sürreel bir zaman yavaşlatma tozu gibi serpildiğinden sesimi çıkarıp bir şey de diyemiyorum.

"Sosyal medya uzmanlığı için ilk başlarda sosyal ağlarda takipçisi bol, paylaşım meraklısı gençleri arıyorduk. Zaman içinde araştırma da önemli hale gelince bu yola başvurduk. Hem istediğimiz ölçüde araştırma becerilerinizi gözlemlemiş olacağız bu yöntemle, hem de paylaşımlarınızın etkinliğini ölçeceğiz."

Artık bu iş başvurusundan dolayı pişmanım, fakat bir yandan da verilen görevin kendine has bir cazibesi var. Bu hayvanları bulup fotoğraflarını çekmek ve Instagram'a yollamak istiyorum gerçekten de. Başvurumu boşverip, görevin ilginçliği adına bu işin peşine düşeceğim sanırım.

"Paylaşım etkinliği derken, fotoğrafların aldığı beğenileri saymaktan söz ediyorum. Projenin tamamına katkısı az da olsa, fazla beğeni almak da önemli."

Kedi, tavşan ve köpek için "bu yavruya ev arıyoruz, lütfen yayalım" tuzağını kullanabilirim, ben paylaşımı hem de beğeniyi iyi roketler bu numara. Fare ve balık fotoğraflarını nasıl beğendireceğim peki? Hah! Burada da karitatürler yardımıma koşabilir. Fotoğraf çek dedi ama canlı hayvan fotoğrafı demedi kadın, o zaman ekrandaki karikatürün fotoğrafını çekerek paylaşabilirim. Komik balık fotoğrafları, bir de miki fare imajı altına uygun capsi yazdığım takdirde uçup gidecektir.

"Sormak istediğiniz bir şey yoksa tıbbi analiz cihazları ithalatı yapan firmamızın sosyal medya hesaplarını yönetecek kişi için açtığımız bu pozisyona başvurduğunuz için teşekkür ederiz."

Rakı masasında balık çekip altına "Şerefe diyenler like!" yazarsam en süper o fotoğraf yürür aslında.

Gün 2. Herhangi bir kitabın, herhangi bir sayfasını açın ve bir satır seçin. O satırla yazıya başlayın, gerisi sizden…

1 Aralık 2013 Pazar

Okumak, Yazmak, Okumak

Bir varmış, bir yokmuş. İnsanların düşüncelerini yazıya dökme arzusu varmış, ama yazmak için kullanılacak malzemelere erişim zormuş. Yazı yazmak kolaylaştığında, metinleri başka insanlara ulaştırmak derdi çıkmış. Gel zaman, git zaman, matbaa icat olunca, iyi metinleri çok sayıda insana hızlı bir şekilde ulaştıracak bir yöntem de hayatımıza girivermiş.

Bu defa yüzyıllarca matbaada çoğaltılıp kitlelere ulaştırılacak o iyi metinlerin araştırılıp bulunması işiyle uğraşılmış. Matbaalardan basımevleri ve yayınevleri doğmuş. Basım olanakları erişilebilir ve düşük maliyetli oldukça, daha niş gruplar için kitaplar da basılabilir ve dağıtılabilir olmaya başlamış.

Bu sistem de birbirinden ayrı bir yazar ve okur kitlesi yaratmış. Küçük gruptaki yazarlar, büyük gruptaki okurlara ulaşabilmek için çalışmışlar, büyük gruptaki bazı okurlar da o küçük ve cazibeli yazarlar grubuna dahil olmak için gayret göstermişler.

Dünyanın değişmez kuralı, hiçbir şeyin değişime direnemeyecek olması. Bir gün internet girmiş hayatımıza, sonra basit yazma ve yayınlama platformları. Bir anda okur ve yazar grupları daha öncekinden çok daha fazla iç içe geçmiş bir hal almaya başlamış. Yazmak isteyen birisi, yazdığı metinleri yayınevlerine götürmeden önce okurlarına sunabilme şansı yakalamış. Yayınevleri, iyi yazar adaylarını çok daha hızlı gözlemleyebilmeye başlamış. Bence en önemlisi; her bir yazının tek bir okuru da olsa, o büyülü okur-yazar ilişkisi herkesin erişimine açılıvermiş.

Küçüklüğümden beri bir şeyler yazıyorum. 2004'te blog yazmaya başladım. Yazmayla ilgili kendimi hep serbest bıraktım. İçimden gelirse, vaktim olursa, canım isterse, ilham perisi dokunursa... Ben de oturup yazardım iki satır. Bugünden itibaren yazma konusunda kendimi disipline etmeye karar verdim. Bu konuda çok da iyi bir fırsat çıktı karşıma. Deniz ve Aslı'nın bloglarında başlattıkları #blogfırtınası! Bu okuduğunuz yazı, Aralık 2013 boyunca her gün yazacağım toplam 31 yazının ilki, gerçekleştirdiğim ilk ödevim. Önümüzdeki 30 gün boyunca yazacağım diğer konuları buradaki listede görebilirsiniz.

Bir zaman heveslenip bir blog açtıysanız ya da hiç blogunuz olmadıysa ama bu okuduklarınız içinizde küçük de olsa bir heyecan uyandırdıysa, siz de katılın #blogfırtınası'na. Hem her gün bir yazı yazmanın keyfini çıkartın, hem de 2014'e sayfalarca metin üretmiş olarak girin.

Gün 1. Yazınıza “Bir varmış, bir yokmuş” ile başlayın.

11 Ağustos 2013 Pazar

Dört Haftada 12 Antreman ilk 15km

Bu hafta cuma günü, 9km gibi uzun bir mesafeyi koşup, ondan sonra 4 haftadır ilk defa bir ara vermeye karar verdim. Bayrama denk gelen bu sezon finali antremana çıkarken evde misafirlerimiz ablam ve ailesi de beni bekliyordu. Bunu özellikle belirtiyorum ki, özel günlerde bile antremanları aksatmamayı nasıl önemsediğim belli olsun.

Koşu sıcak sayılabilecek bir saatte başladı. Geçen haftaki uzun mesafe denememden aldığım tecrübeyle bu sefer yanıma küçük bir su aldım. Yaklaşık 5km civarında su içmeye çok ihtiyaç duyuyorum sıcak havalarda. Fakat suyu taşımak hoşuma gitmedi ne yazık ki.

Koşu rahat başlamadı, nefesimin dengeye girmesi bir 4-5km sürdü. Fakat bir kez o dengeyi hissedince 9km'yi 10'a zorlayabileceğime karar verdim. Sonra haydi 12 yapatım derken koşu sırasında sürpriz bir şekilde verilen kararla 15km'ye çıkmayı koydum kafama.

Ne kadar yorulsam da, veriye bakınca koşunun kırılma noktasının 5, 6 ve 7. km'ler olduğunu gördüm. Bu sırada düşen ritmimi yeniden toparlamam ve sonra hafif bir ayarlamayla koşuyu bitirebileceğim bir ritm yakalamam mümkün olmuş.

Daha sonra çok yorulsam da 13km rahat geçti diyebilirim. Aralarda belimden, sağ dizimden bazı uyarılar geldi ama daha çok yorgunluk ağrılarıydı bunlar ve koşu duruşumu düzelterek toparladım durumu. Son 2km biraz sürünerek geçti. Artık gerçekten hem kondüsyon, hem de bedensel olarak gerçekten yorulduğumu iyice hissettim. 15km bittiğinde sadece 1 aylık bir çalışmayla bu düzeye gelebildiğimi gördüğüm için hissettiğim mutluluğu kolay tarif edemem. Zaten bu kadar uzun bir koşunun (1 saat 37 dakika) adrenali de akşam 3-4 saat bedenimdeydi. Gece yatarken hala yorgunluk değil de, bitkinlik gibi bir şeydi hissettiğim.


Önümüzdeki hafta şehir dışındayım. Yürüyüş yapmayı düşünüyorum ama koşmayacağım. Baldır, ayak tabanı ve bacaklarımda bu 4 haftalık koşunun etkilerinin oturmasını ve yorgunluğun tamamen geçmesini hedefliyorum. Dönüşte nasıl bir tempoda koşacağıma o zaman karar vereceğim.

4 haftada toplam 12 koşuda katettiğim mesafe: 83,08km.

5km ve Rekor Denemesi

Geçtiğimiz koşudan sonra grafikleri ve veriyi sunuşu daha çok hoşuma gittiği için Runtastic Pro yerine Nike+ uygulamasını kullanmaya başladım antremanlarda. Bunun sonucu olarak, 2010'dan kalma 2 koşumun verisi de istatistikler içinde görünür oldu. 3 yıl önce özellikle bir antremanda epey iyi süreler yapmışım; en iyi 1km, en iyi 1 mil, en iyi 5 km, en uzun süre ve en uzak mesafe gibi rekorlar hep bu antremana aitti. 3 yıl daha yaşlı halimle bu değerlerin üzerine çıkabileceğimi kendime ispatlamak ve moral kazanmak için bu haftaki çarşamba antremanında hedefimi en iyi 5km rekorumu kırmak üzerinde belirledim. Ablam bu geçmişteki halimle rekabet etmemi biraz erken 40 yaş sendromu olarak tanımladı bu arada, kayda geçsin.

Desteksiz tabanlı New Balance'larla koşacağım için adımlarımda topuk yerine ayağımın önünü daha çok kullanmaya da bu antremanla başlarım diye düşündüm (belimi az yorsun diye), nitekim ilk 500 metre topuksuz koşmayı ilk defa denedim.

Koşu fena geçmedi, bir sakatlık ve zorlamna olmadak 5km'yi hızlı sayılabilecek bir ortalamada bitirmeyi başardım. 1km'lik sektör sürelerim de şu şekilde gerçekleşti:


Genellikle 2km ve 3km arası en hızlı zamanımı yaparken bu koşuda ilk km en hızlı geçtiğim mesafe oldu. Sonuçta 3 yıl önceki rekorumu da geçmeyi başardım.

6 Ağustos 2013 Salı

4. Haftada Oturan Düzen ve Kullandığım Uygulamalar

Dün koştuğum 10. antreman hem aralıksız koştuğum 4. haftaya girişimi göstermesi açısından beni motive etti, hem de antremanlara başladığımdan beri kullandığım uygulamaya alternatif bir uygulama deneyerek koşu verimi kaydettiğim için önemli bir ayrım noktasıydı.

Geçen hafta son antremandaki 9km koşu beni oldukça yormuştu. Bu hafta ve belki gelecek hafta da, süreleri aynı tutarak mesafelere alışmaya çalışmayı planlıyorum. Dün de bu amaçla 7,5km koşma hedefim vardı.

Koşu sıkıcı başladı. Nedense kendimi çok yorgun hissettim ilk kilometrede. Neyseki çabuk açıldım. Nabız ve nefes alış verişlerim, bir hafta önceki 7,5km koşusuna göre çok daha rahattı. Koşu sonunda istesem rahatlıkla daha fazla koşabileceğimi hissediyordum. Koşmadım ve bıraktım. Süreler şöyle.


Bu antremanda anlık olaraken yüksek hıza ulaştım. Ayrıca her bir km ortalama hızında da düzenli bir artış gerçekleştirmeyi başardım. En yüksek hız ortalamam genellikle olduğu gibi 3km ve 4km arasında. Bu arada koştuğum parkurun pek düz olmadığını paylaştığım tablolardaki elevation grafiğinden görebilirsiniz. Hem toplam sürede, hem de belirli sektörlerde beni yavaşlatan bir şey bu iniş ve çıkışlar. Ancak 15km'lik inişli çıkışlı bir koşuya hazırlanırken kağıt üzerindeki sürelerimden çok iyi hazırlanmış olmayı önemsediğim için bu parkura devam edeceğim bir süre daha.

Düne kadar koşularımda Runtastic adlı uygulamayı kullanıyordum. Paylaştığım bu ekran görüntüleri de o uygulamadan. Runtastic'ten genel olarak memnunum. Ancak önemli bir eksikliğini hissediyorum, o da internet üzerinden hesabıma bağlandığımda girdiğim site ve arayüz. Runtastic'in paralı olan Pro uygulamasına sahip olmama rağmen, internet sitesinde hem çok çirkin yerlerde ve bol bol reklam görüyorum, hem de para verip aldığım uygulamanın üstüne bir de gold membership satmaya çalışıyorlar bana.

Bu nedenle dünkü koşuda Runtastic'le aynı zamanda Nike+ uygulamasını da kullandım. Nike+'ın en önemli artısı, internet üzerinden sunduğu arayüzün çok daha rafine ve kullanışlı olması. Yoksa uygulama üzerinden açıkçası Runtastic'ten iyi değil, hatta eksik yanları bile var bana göre.

Runtastic'le yaptığım 10 koşuda, başlangıç ve bitiş ısınma ve soğuma yürüyüşlerini de parkura dahil ediyordum. Bunun ilk ve son km verisinde ve toplam sürede koşu ortalamamı bozan bir sistem olduğunu geç anladım. Nike+'la veri kaydetmeye başlarken yeni bir yönteme geçtim bu yüzden. Nike+'la koşmaya başladığım ve koşmayı bitirdiğim zaman aralığını kaydedeceğim sadece. Nike+'ın dünkü koşuya ait verisi şöyle.


En hızlı km'yi işaretlemesi, her km'de bir önceki km'ye göre artan ve azalan süreyi göstermesi oldukça hoşuma gitti. Nike+ ayrıca kaydettiği tüm koşular içerisindeki en hızlı 5km gibi değerleri de işaretleyebiliyor. En son 2010'da Nike+'la yaptığım 8,5km koşudaki sürelerin oldukça gerisindeyim şu anda. Tabii o zamanlar daha düzayak olan parkurda koşuyormuşum.

Yarınki antremanda bel düşmanı, baldır ve diz dostu New Balance'larla 4-5km koşacağım. Hedefim, tüm koşuda ortalaması en yüksek ritmi tutturmak bu antremanda. Cuma da bayram için gelen misafirlerimizden müsade alıp 9-10km koşuyu tamamlamayı düşünüyorum.

2 Ağustos 2013 Cuma

9. Antremanda 9km

Bugüne zorlu bir koşuya hazırlanarak geldim. Hem çarşamba antremanında sakatlanan belimin tam iyileşmemesi, hem de gün içinde trafikte yaklaşık 4 saat geçirdiğim bir kiralık araçla yük taşıma organizasyonu beni epey yıprattı. Buna oğlumuz Han'ın 3 gecedir uyuyamaması da eklenince bugünkü koşuyu iptal etmeyi bile düşündüm.

Fakat tabii ki iptal etmedim. Tüm işleri bitirdikten sonra koşudan önce 40dk kadar yatarak dinlendim. Dışarı çıkmadan önce de normalde ihmal ettiğim ısınma ve gerinerek kasları açma ritüeline bu sefer hak ettiği zamanı verdim.

Bugün Nike'lerin günüydü, o yüzden belime bir yük binmesini beklemiyordum. Fakat koşuya başlar başlamaz cuma antremanlarının genel yorgunluğunu hissettim. Kendimi enerjik hissetmem 2 ve 3km arasında başladı. 4km'ye yaklaşırken tam turu iki kez atmaya karar verdim. Koşu için belirlediğim parkur yaklaşık 4,25km, 7km koşacağım zaman bir tam tur üstüne bir de yarım tur atuyorum. Bugünse, iki tam tura karar verdim koşunun ortalarına doğru.

Havanın bu hafta geneline göre hafif serinlemiş olması. İki gündür yağan yağmurun kısa süreli geçtiğim toprak parkuru nefis bir hale getirmesi, hep işime yaradı. 7'yi bırakın, daha 6. km'den itibaren bezginlik çöktü üstüme ama nefesimi ve enerjimi kontrol etmeyi başardım. Koşuyu tamamlamaya karar verdiğim anda aslında bir 3km daha koşabileceğimi düşünüyordum, fakat zorlamamak için devam etmedim. Sonuçlar da şu şekilde:



Hem mesafe, hem süre gayet tatmin etti beni. Bugünün bir başka sürprizi, ben kendimi yorgun hissetsem de, her kilometrede ortalama hızı tutturmayı başarmışım. Ayrıca daha önceki koşuların en yüksek hızını de geçmişim bugün. Bu arada belimde hiçbir sorun yaşamadığımı da belirteyim. Hatta 3 haftadır en az arıza hissettiğim koşu oldu bugünkü. Sırt ağrılarını saymıyorum, onlar gündüzden kalmaydı diye düşünmek istiyorum.

Koşu sonunda müthiş bir susuzlukla geldim eve. Daha öncekilerden daha susuz kaldığımı hissettiğim için 7km+ koşularda artık küçük bir su alacağım yanıma. Bugün koşunun yorgunluğu yüzünden barfiks ve şınav setlerini tamamlasam da, çömelme ve mekik yapamadım.

Önümüzdeki hafta planım: Pazartesi 7km, Çarşamba 4km, Cuma 9km koşmak. Bir süre bu mesafeleri artırmadan devam etmeyi düşünüyorum.

1 Ağustos 2013 Perşembe

8. Antreman ve Belde Sorun

Dün hafta ortası antremanım vardı. Her hafta 3 antreman yapıyorum. 1 ve 3. antremanlarda yumuşak dolgu tabanlı, bilindik bir koşu ayakkabısı kullanırken, hafta ortası antremanında ince tabanlı, yalınayak duygusuna daha yakın bir ayakkabıyı kullanıyorum.

Standart koşu ayakkabılarım
Hafta ortasında kullandığım Vibram tabanlı New Balance ayakkabılar bilek ve kalf kaslarımı güçlendirmeme yardımcı oluyor, çünkü ayağımı daha az koruduğu için bilek ve yukarısında çok daha fazla kas çalışmasına ihtiyaç duyuyor.

Hafta ortası ayakkabılarım
Dün de bu ince tabanların günüydü. Kendimi çok zinde hissettiğim için rahat bir şekilde üst üste üçüncü defa 7km parkuru koşmaya karar verdim. Normalde koştuğum saatten (18.30 gibi çıkıyorum genelde) yarım saat geç çıktığım için hava da daha serinlemişti ve bu da performansımı olumlu etkiledi.


İşin ilginç tarafı, üst üste 3. defa 48 dakikada tamamladım antremanı. Aynı parkuru koşmama rağmen mesafeyi 200m kadar eksik gösterse de cuma ve pazartesi günlerinin bir tekrarı gibiydi bu antreman. Kilometre etaplarına baktığımızdaysa diğer günlerden çok az daha yavaş olduğum görülüyor.


Önceki iki antremanla aynı süreye rağmen 200m'lik kayıp da bu ortalama hız düşüşünü anlatıyor aslında.

Güzel geçen antreman sonrasında yine her zamanki gibi barfiks, şınav, çömel-kalk ve mekik çalışmalarını da yaptım, fakat özellikle mekik sırasında belim gerçekten çok zorlandı. Gece ciddi şekilde tutulan belim yüzünden zor uyudum ve 24 saat geçtikten sonra ve bugün ciddi bir süre dinlendikten sonra belim ancak iyileşti. Sanırım sert ve ince tabanlı ayakkabı ile koşmanın en büyük etkisi belim üzerinde ortaya çıkıyor.

Bir sonraki hafta çarşamba koşusunu yine New Balance'la yapıp, parkuru 4km ile sınırlı tutmayı düşünüyorum. Yarın bu haftanın son antremanı var. Kendimi iyi hissedersem 8,5-9km'ye çıkabilirim.

30 Temmuz 2013 Salı

Küçük Koşu Yaralanmaları ve Öneriler

2009'da ilk defa orta mesafe koşmaya başladığımda karşılaştığım ilk ciddi sürpriz, 10km üzeri antremanlarda ayak tabanımda su toplanması olmuştu. Ayak tabanında su toplanması, kaçınılmaz bir yara ve üstüne basmada sorun yaşamak demek. Yara iyileşmeden yeniden antreman yapmak da çok zor, çünkü yara kötüleşebilir.

Artık biliyorum ki, her insanın bir fiziksel sınırı var. Kimi 7km'den sonra, kimi 10, kimi 25km'den sonra bir şekilde sürekli sürtünme yüzünden benzer durumlar yaşıyor. Eğer ayaklarınız antremanlarda hafif de olsa yaralanacak olursa, lütfen paraya acımayın ve bulabildiğiniz en pahalı yara bandını alın. Ben şu ürünü kullanıyorum:



Dış malzeme hava geçiriyor ve bantlıyken iyileşme sürecini hızlandırıyor. Üstelik cildinizle esnek bir biçimde uyum sağladığı için varlığı da kolay hissedilmiyor. Salvelox'un daha önce kullandığım bu tamamı elastik malzemeden ve özellikle ayak için üretilmiş bandıysa gerçek bir mucize.



Kısaca, ayağınızda en ufak bir zedelenme oluşursa, antremanlarda kötüleşebileceğini öngörüp iyi bir yarabandı kullanarak iyileşmesine yardımcı olmanızı öneririm.

Gelelim diğer hassas konuya. Yine antremanlara başlarken büyük ihtimalle eldeki malzemelerle koşacağınız için şortlarınızdan bazılarının uzun mesafe koşuları için uygun olmadığını göreceksiniz. Özellikle şu çok sıcak günlerde en ufak bir dikkatsizlik (dikkatsizlikten kastım, bedeninizin gönderdiği sinyalleri geç algılama), kasıklarınızda pişik oluşmasına neden olacak. Kadınlarda da çok oluyor mu bilmiyorum ama erkeklerin hayatında bebekliklerinden başlayarak devam eden bir dert kasık pişiği.

Geçtiğimiz günlerde yanlış iç çamaşırı, yanlış şort ve yanlış sandalye üçlüsünü çok sıcak bir öğlen saatinde birleştirmem üzerine ciddi bir pişik sorunu yaşadım. 1,5 yaşındaki oğlumuzun pişikleri konusunda uzmanlaşan minnoşum Aygül hemen imdadıma yetişti. Bu aşağıda göreceğiniz pişik kremi, aşırı yoğun kıvamlı ve sürdüğünüzde saatlerce hasarlı bölgeyi teriniz dahil her türlü etkenden koruyarak hızla iyileştiriyor.



Neredeyse sadece 24 içinde pişiklerin Desitin sayesinde geçti, yarınki antremanı aksatmama neden olabilecek bir sorun hızla çözülmüş oldu.

Son bir not: Avrasya Ekim ayında, serin sayılabilecek bir havada koşulacak ve 15km bile koşsanız, 1 saatten fazla bir süre koşmanız gerekecek. Daha önce başınıza gelmediyse benden duymuş olun; bu şartlar, meme uçlarınızın koşarken hafif üşüme nedeniyle sertleşip, uzun süre tişörtünüze sürtünmesi sonucunda daha önce hiç yaşamadığınız bir acı ve yaralanmaya neden olabiliyor. Koşu gününde Salvelox'un Sport ürününü meme uçlarınıza yapıştırırsanız bu sorunu da bertaraf etmiş olacaksınız. Daha meraklılar, koşucular için üretilen meme ucu koruyucularını araştırabilir.

7. Antreman ve Başlangıç Antremanları Özeti

Koşu antremanlarımı şu şekilde düzenledim: Hafta içi Pazartesi, Çarşamba ve Cuma koşuyorum. Aynı günler koşu sonrası barfiks, şınav, otur-kalk ve mekik hareketleri yapıyorum. Tüm hareketleri uygulama desteği ile yapıyorum, ayrı bir yazıda antreman uygulamalarına değineceğim.

Dün, bu planda 7. koşumu tamamlamış oldum. Bugüne kadar yaptığım antremanların bilgileri şöyle.


Bir önceki antremanla bu son koşunun saniyesine kadar aynı zamanda tamamlanmış olması komik bir tesadüf. 7,25km mesafe'yi iki seferdir koşabiliyorum ama açıkçası çok zorlanıyorum. Koşuyu bir şekilde tamamladıktan sonrası gece sırt ağrısı, sabah yataktan kalkamama gibi dertler yaşıyorum. Bu yüzden şimdilik Pazartesi ve Çarşamba antremanlarını bu mesafeyi artırmadan koşmayı planlıyorum. Cuma günleriyse, takip eden iki günlük dinlenme süresine güvenerek mesafe zorlama koşuları yapmayı planlıyorum.

Dünkü koşumun kilometre başına detaylandırılmış ortalama hızları da şu şekilde.


Burada 1 ve 7 no'lu satırlar (km'ler) başlangıç ısınma yürüyüşü ve bitiş soğuma yürüyüşlerini içerdikleri için genel ortalamadan farklılar. Nedense evin kapısından çıktığım an süre tutmaya alıştım, tam koşmaya başladığım zamanı tutmak yerine, evden çıkıp, eve döndüğüm zamanı tutuyorum. Bu tabloda 3. kilometrede görünen 10,85km/s'lik ortalama hız, şu ana kadar bir ölçüm aralığında yaptığım en iyi zaman. Koşularda belli bölümlerde hızlanıp yavaşlamak dizlerimi zorladığı için hedefim genel olarak ortalama hızı artırmak.

Yarın yine 7,25km deneyeceğim. Bundan sonraki yazılarımda sakatlıklardan ve koşu malzemelerinden bahsetmeyi düşünüyorum. Dünkü koşu öncesi çektiğim bir fotoyu da hatıra olarak buraya koyayım. Keşke koşu sonunda "sonra" versiyonunu da çekseymişim.


29 Temmuz 2013 Pazartesi

Dışarıda Çalışmak

2,5 yıldır kendi işimi yapıyorum. Çoğunlukla evden çalışıyorum. Han doğduktan sonra evde kendime bir çalışma odası yaptım -daha doğrusu Aygül benim için yaptı-. Hem oğlanla ilgilenebilmek, hem de kendimi son derece rahat hissettiğim ve fiber internetli bir ortamda çalışabilmek gerçekten beni çok mutlu ediyor.

Gelgelelim Han Bey büyüdükçe ve kimi zaman işlere birazcık daha konsantre olmam gerektikçe, ev dışında çalışmanın daha rahat geldiği durumlar ortaya çıkmaya başladı. Tek bir konu üzerinde çalışmak evde kolayken, birikmiş ve ufak tefek 5-10 işi hızla halledebilmek evde mümkün olmamaya başladı. Göktürk civarında yürüyerek ulaştığım bazı mekanlarda çalışmaya böylece başladım.

Şehir merkezinde, Topağacı'nda yaşadığımız dönemlerde kafede çalışmak hiç rahat edemediğim bir şeydi. Göktürk biraz daha mahalle ruhlu bir yer olduğu için burada rahat ettiğimi söyleyebilirim. İlk tercihim Tamirane. Hem ortam, hem müzik şahane, yemekler de hiç fena değil. Servis elemanları kendimi çok "tanıdık müşteri" gibi hissettiriyor. Seviyeli bir dostluk hissettirebiliyorlar. İkinci tercihim de Big Chefs. Bu tarz zincir kafeleri çok sevmesem de, çalışma saatlerimde bomboş olması, yüksek tavanlı aydınlık iç mekan, burada rahat etmemi sağlıyor. Servis orta seviyede, yemeklerin hepsi iyi değil ama bazıları ortalamanın üzerinde.

Her iki mekana da sık sık gitmeye başlayınca farkettim ki, bilgisayarı açar açmaz kablosuz internete bağlanabileceğim yerler, yani daha önce internet şifresi alınmış, denenmiş yerler genellikle öncelikli tercih oluyor. Sıfırdan bir mekan keşfetmemi bu kolaylığa eğilim engelliyor.

Dışarda çalışırken masa etrafında priz de aradım ilk zamanlar ama şimdi tek bir şarj süresinden daha uzun oturmayacağım aralıklarda çalışıyorum. Bu da hem hareketimi, hem de mekan içinde yer seçimimi kolaylaştırıyor.

Son bir not: Dışarda bir mekanda çalışırken büyük doküman ya da dosya indirmemeyi tercih ediyorum. Bana sunulmuş interneti adil şekilde kullanmaya çalışıyorum.

26 Temmuz 2013 Cuma

Yeniden Koşuyorum: Sakatlığı Atlatmak

Koşmayı çok seviyorum. Her iki dizimde de çapraz bağlarımda yırtık olduğu için içimdeki deli gibi koşmak isteyen insanı hep bir miktar dizginlemem gerekiyor. En son 3 yıl önce bu dizginleri bırakınca koşu sırasında kötü bir şekilde sakatlanmıştım hatırlarsanız.

2 haftadır tekrar açıkhavada koşmaya başladım. Bu nedenle de bloga yeniden koşu günlüğümü yazma kararı aldım. Bu iki haftayı özetlemeden önce, yeniden koşmaya başlayıncaya kadar geçen zamandan, son 3 yılda yaptıklarımdan söz etmek istiyorum.

2010 Avrasya Maratonu'nda 15km koşarken, mevcut sakatlığımın acı verici bir şekilde ortaya çıkışı sonrasında çok uzun süre koşamadım. Evimin civarında üye olduğum bir spor salonu var. Orada antreman yaparken koşu bandına çıktım sürekli. Ancak ne kadar hafif koşarsam koşayım, yaklaşık 15 dakika içinde sol dizim kilitleniveriyor ve koşmama izin vermiyordu. Bu süreç yaklaşık 3 yıl sürdü.

Bu durumu kabullendim ve kardio antremanlarımı hızlı tempo ve yüksek eğimli yürüyüşlerle ve Technogym'in Vario adlı cihazıyla çalışarak devam ettirdim. Vario ile çalışacak olursanız antreman sırasında iki ayak tabanınızı alttaki pedallardan asla tam olarak kaldırmadan, topuklarınız pedallara yapışık olarak çalışmaya alıştırın kendinizi. Başta zor gelse de müthiş bir egzersiz çıkıyor ortaya.



Geçtiğimiz yaz ilk defa dışarıda yürüyüşlere başladım. Evimize 1,5km mesafede bir gölet var ve hafta sonları popüler bir piknik alanı olduğu için epey bir kısmı düzenlenmiş bir alan. Buraya yaptığım sakin ama uzun yürüyüşler sonunda gölün kıyısını takip ederek orman içinde koşabileceğimi düşündüm. Koşu bandında yeniden ufak koşu denemelerine başlamıştım ve sakatlık acısının gelmesi 20dk gibi sürelere çıkmıştı. Ormana doğru ilk koşumda da oldukça dikkatli davrandım. Önce 10 dakika kadar hızlı tempo yürüyüş, sonra koşuya başlama gibi düzgün ısınma kurallarını yerine getirdim. Sonuç yine hayal kırıklığı oldu. Henüz asfaltta alıştırma yapmadan bozuk orman yolunun yıpratıcı zemini dizimi hemen isyan ettirdi. Artık tecrübeli olduğum için kötüleşmeden hemen yürümeye geçtim ve yavaş yavaş eve döndüm.



Açıkçası bu denemeden sonra bir daha asla koşamayacağımı kabul etmiştim.

Geçen zamanda sporu hiç bırakmadım. Bu baharda bantta yürüyüşleri 40 dakika gibi sürelere çıkardım. Derken Temmuz başında sürpriz bir haber geldi, spor salonumuz tadilata girdi. Ne zaman açılacağı belli olmadığı için beni bir telaş aldı. Sporu bıraktığımda hem moral olarak çöküyorum, hem de sırt ağrısı, bel ağrısı gibi kronik bazı dertler hortlayıveriyor.



Bir karar vermem gerekiyordu ve çok düşünmeden koşmak istediğimi anladım, bir akşamüstü çıktım ve koştum. Sonuç: 4km ile başladım, bugün 6. antremanda 7,25km koştum. Dizler harika.

Antremanlarla ilgili detayı sonra yazayım diyorum. Bu yazıda asıl söylemek istediğim şey şu. Sabır ve sakinlikle çalışınca sakatlıkların üstesinden gelinebiliyormuş. Hırs ve çabuk iyileşme arzusu spor sakatlanmalarının en tehlikeli yaklaşımları.

Şu anda haftada 3 kez otur-kalk (squat) antremanı yapıyorum dizlerimin çevresindeki tüm kas gruplarını geliştirmek için. Bunun da koşularımda büyük faydası olduğunu düşünüyorum.

2009 ve 2010'da katıldığım Avrasya Maratonu'na bu yıl tekrar katılsam mı acaba?

Blogda koşuyla ilgili yazdığım diğer yazıları burada bulabilirsiniz. Yazıdaki görseller Göktürk Göleti'nin etrafındaki yürüyüşlerimde çektiğim fotoğraflardan.