1984 benim ilkokula başladığım yıl olmalı. Bundan 30 yıl önce zaman bu kadar hızlı ilerlemiyor, bilgi ve gelişme ülkenin her noktasına bugünkü gibi bir hızda ulaşmıyordu. 1983'te kurulan Anavatan Partisi'nin iktidar olduktan sonra ülkede gerçekleştirdiği en büyük gelişim hamlelerinden birinin köylere elektrik götürmek olduğunu söylersem o zamanları daha iyi canlandırabilirsiniz belki gözünüzde.
İşte o 1984'ün Malatya'sına da, 1970'ler sanki daha tam bitmemiş, ülke ve dünya kabuk değiştirmenin eşiğindeymişçesine bir atmosfer hakimdi. Şehrin en önemli ana caddesinde iki katlı binalar çoğunlukta, apartmanlar belli bölgelerde çoğalmaya başlamış, herkesin birbirini tanıdığı zannedilen bir küçük şehir ekosistemi.
Malatya'ya 1984 yılında gitmek istememin iki önemli nedeni var. Birincisi tarih; bundan 30 yıl önceki yaşam tarzı alışkanlıklarını ve kenti görmek istiyorum. Malatya'yı seçmemin nedeni de, şimdiki zamanla 30 yıl öncesini en iyi karşılaştırabileceğim yerin Malatya olması. Hadi bir de gizli neden ekleyeyim; çocukluğumun dünyasına nostaljik bir gezi yapma arzusu da bu seçimimde etkili olmuş olabilir.
Gözlerimi hafifçe kısıp -eveti biraz klişe ama işe yarıyor- kendimi o yıldaki şehrimde şimdiki algımla hayal ediyorum. İlk farkettiğim şey mesafelerle ilgili. İnsan 7 yaşındayken tavanları çok yüksek, caddeleri çok uzun sanıyor belli ki. Şimdi düşününce, Malatya'nın henüz uydu semtlere doğru genişlemeye başlamadığı o zamanlarda tüm kentin -biraz zorlarsam- yürüme mesafesi içinde ulaşılabilir durumda olduğunu farkediyorum. Yine yürüyerek kentin sınır mahallelerine ulaşmak ve oradan tarla, bağ, bahçelere doğru kentleşmenin başlamadığı yerleri gezmek mümkündü muhtemelen.
Gelişmenin yavaş olduğu yıllarda bir esnaf yıllarca aynı dükkanda olurdu. Bakkalımız bile babasından devraldığı işi aynı yerde sürdürüyordu. Hayat böyle yavaş akarken hayaller nasıl şekilleniyordu acaba o yıllarda? Bunca sakinliğe rağmen çocukken Mars kolonilerine gideceğim bir gelecek hayal edebiliyordum. Çocuklukla ilgili önemli bir not; hayal gücü ve yaratıcılık sonradan gelmiyor, bunların sınırları ve çerçeveleri sonradan oluşuyor.
1984'te sosyal hayatı düşündüğümde tüm sahneler annemle başlıyor. Böyle olması doğal, çünkü henüz erkek dünyasına tam girmediğim, evden dışarı çıkarsam annemle birlikte olduğum zamanlardı. Ev gezmeleri, komşuların oturma odaları aklıma geldiğinde evlerde -kendi evimiz de dahil- ne kadar az eşya olduğunu hatırlıyorum. Mobilya yaptırılan bir şeydi ve ömür boyu kullanılırdı. Her şeyin ucuza bulunduğu mağazalar yoktu, en dandiğinden bir süs eşyası bile hediye olarak geldiğinde evin başköşesinde yıllarca kalabilirdi.
1984'te kaset bile henüz yaygınlaşmamıştı. Plakçaları olan şanslı evler plak dinleyebiliyordu ama ana müzik çalma aleti radyoydu. Alt katımızda oturan halamın küçük oğlu Ercan'ın -küçük oğlu dediysem benden 10 yaş büyüktü- film rulosu gibi halkaya sarılı bantları çalan bir aleti vardı, şu anda o teybin ya da sistemin adını bile bilmiyor oluşuma hayret ediyorum. Ercan Ağabey'in odası bizim ablamla kaldığımız odanın tam altında olduğu için akşamları onun dinlediği müziklere yere kulağımızı dayayarak biz de ortak olurduk. Sadettin Kaynak'ın "Muhabbet Bağına" eserini ilk defa kulağım yerde dinlemiş olabilirim.
O yıllarda kırlara erişim de çok kolaydı. Babamın arkadaşlarıyla gittikleri "adam adama" pazar pikniklerine ben de katılmaya başlamıştım. Daha sonra bu pikniklerin yerini, elimizde tüfeklerle saatlerce dolaşıp hiçbir canlıya nişan almadan geçirdiğimiz muhteşem av gezileri aldı. Otomobilin gidebileceği son noktada aracı bırakıp, saatlerce dağda bayırda yürümenin, gözle görünen hiçbir yerde bildiğimiz medeniyete ait sembollerin görülmemesinin ne kadar lüks olduğunun o zaman farkında değildim. Özellikle av için çıktığımız gezilerle ilgili hatırladığım önemli bir algı kırılması var. Belli bir yaşıma kadar kısa sürede sıkılıp eve, televizyona koşmayı arzuladığım bu gezilerde, bir süre sonra ani bir değişimle gezinin hiç bitmemesini istemeye başladığımı hatırlıyorum.
O yıllara ait pişmanlıkla anabileceğim tek şey, içinde bulunduğum zamanın ve yerin tadını tam olarak çıkaramamak olabilir. Çocukluğumda hep büyümeyi, Malatya'dan ayrılmayı, hayallerimin peşinden koşmayı arzulardım. Bu nedenle, çocukluğum ve hayata oyun olarak bakışım geride kalmaya başladıkça, içinde bulunduğum anlarda o anların tam olarak içine girememe sorunum da başlamış oldu. Belki de ergenliğin tanımıdır bu, bilemiyorum.
1984'ün Malatya'sındaki gezimi mezarlıkta bitireyim. Babam çok küçükken vefat etmiş olan dedemin mezarına bayram sabahları yapılan ziyaretler, mezarlığın bir yandan şehrin dışında, bir yandan eve oldukça yakın oluşu, ve belki de en ilginci, mezarlıkta bulunmaktan mutluluk duymam... Doğduğum ve büyüdüğüm kentle ilgili 30 yıl öncesine ait gözlemlerimi bugünkü algımla ziyaret ettiğimde aklımdan geçenler bunlar.
Gün 3. Dünyada istediğiniz bir yere gidebilecek olsanız nereyi seçerdiniz, düşünün. Oradaki deneyiminizi yazın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder