Elif'ciğimiz sağolsun Skytürk'te yayınlanan Cafe Net programının tamamını kaydederek Google Video'ya aktarmış. Buyrun izleyin ne cevherler yumurtlamışım.
Bigumigu 1.500'ün üzerinde üyesi ve her gün artan ziyaretçileriyle bizi bile şaşırtan bir büyüklüğe ulaştı.
25 Şubat 2007 Pazar
23 Şubat 2007 Cuma
Bigumigu Skytürk'te 2 - Settar'ın röportajı
24.02.2007 Cumartesi
08:10, 22:40
25.02.2007 Pazar
10:10, 15:20
Skytürk Cafe Net programında Bigumigu'yla ilgili röportajımın izlenebileceği saatler.
08:10, 22:40
25.02.2007 Pazar
10:10, 15:20
Skytürk Cafe Net programında Bigumigu'yla ilgili röportajımın izlenebileceği saatler.
19 Şubat 2007 Pazartesi
İtalya
Sabah 5'te kalkıp patronun evine gittim. Şoförü ikimizi de oradan aldı ve 6'da Atatürk Havalimanı'ndaydık. Hayatımın en hızlı çekinini yapıp, ardından da en hızlı güvenlik kontrolünden geçtikten sonra 6.15'te uçuş için hazırdık ve uçuş 8'deydi. Starbucks'ın içilebilecek tek kahvesini, günün filtre kahvesini içip biraz dergi ve gazete karıştırdım. Bu arada yolculuğumuz boyunca bizimle olacak olan müşterilerimizle de muhebbete koyulduk.
Uçağa bindiğimizde memnundum. Koridorda oturuyordum ve koridor tarafında oturmayı severim. Milano'ya inene kadar çok az uyuyup daha çok yanımdaki Wired'ı okudum. Joost'la ilgili 6 sayfalık sağlam bir makale vardı. Milano'ya indiğimizde patron bir tasarımcı dostunun geçen sene Milano Design Week için havalimanına indiklerinde yaptığı espriyi hatırlattı: Welcome to Bulgaria. Biraz basık bir havalimanı gerçekten de. Benim de iyi anılarım yok burada.
Milano'dan Torino'ya -niye Turin deniyor buraya?- geçtiğimiz minibüsün içinde lise yıllarını ve okul servislerimizi hatırladım. Servisin içinde de yerimde oturmaktan sıkılınca arkamı döner, dizlerimin üstünde koltuğa ters oturup arkadakilere laf yetiştirirdim. 1,5 saatlik Torino yolculuğumuzda da bu pozisyonda müşterimizle muhabbet ettim.
Turin Palace oteli eski ve şık bir otelmiş. Girişin yanındaki ana alanı bir müze galerisi gibiydi. Niye fotoğrafını çekmediysem artık? Otel odası da eski ve sakindi. Sevmedim çok odayı. Banyosunda bir ince ruh vardı ama. Beni böyle alıp da çok eski zamanlara götüren...
Armando Testa İtalya'nın en büyük ajansı. Avrupa'da bir çok büyük kentte şubeleri var ama merkezleri Torino'da. Büyük ve şık bir binaları ve ilginç bir lobileri var. Buradan hareket ettiğimiz Fiat Auto binası ise muhtemelen tüm Torino'daki en görkemli kurumsal bina. Büyükçe bir caddenin başında adeta eski çağlardan bir katedral ya da saray gibi yükselen dev kutu yaklaşık 100 yıllık ve endüstri devriminin, çeliğin işlenmesinin, seri üretim çağının başlamasının bir simgesi olarak dikiliyor. Proporsiyonu kafanızda canlandırmanız için bir bilgi: bizim ajansın tamamının kapladığı alanın 8 katı kadar bir lobiye sahip.
Toplantılar uzun fakat keyifliydi. Çıktığımızda akşam olmuştu ve Lancia Design Tour Italy gibi bir adı olan gezici sergiyi gezdik. Sergiden iki not: Aygül'ün Momo Design kaskının turuncusu burada, bir de benim kuşak ve biraz daha üstünden olup da üstten sallanan şu koltuğa bakarak "Emanuel" demeyecek bir babayiğit var mı?
Hemen ardından da yan taraftaki Motor Village da denen Mirafiori'ye, muhtemelen Fiat Auto'nun en büyük sergi salonuna bir uğradık. Dünyanın en güzel otomobili olan Alfa Romeo 8C Competizione'nin cabrio versiyonunu da gördüm burada. Karnım deli gibi acıkmıştı ve bu konuda yalnız değildim. Ganbar ya da Genbar adlı bir kafe-bara uğradık önce. Birer aperatif aldık -ben öglen içtiğime benzer bir beyaz şarap-. Sonra da yemek için Monferrato adlı müthiş lokantaya gittik ve masamıza yerleştik. Yediğim şeyleri ve içtiğimiz şarapları da not almıştım ama buradan yazmak çok acımasızlık olabilir diye onları kendime saklıyorum. Yemeğin en kısa özeti: mükemmeldi.
İki haftalık bir salata-sebze diyetinden sonra yenen bunca yemek ve içilen içkiler gece rahat bir uyku uyutmadılar. Sabahın köründe Milano'ya yola koyulduk. Havalimanında kahvaltı ve Duty Free mağazasından küçük bir alışverişten sonra uçak ve geri dönüş. Bu defa koridorda değilim, biraz sıkıntılıyım.
Tüm seyahatin en keyifli anı: Fiat Auto binasının kocaman bir toplantı odasındayız. Armando Testa ve Lancia'nın üst düzey yöneticileriyle birlikteyiz. Bizim ajansın genel müdürü şu anektodu aktarıyor; Yalçın'ın dedesi Malatya'ya otomobili ilk getiren kişiymiş ve o otomobil bir Fiat'mış. Dönüşte bunu babama anlatmak için sabırsızlanıyorum.
Dedem fotoğrafta en sağdaki
Uçağa bindiğimizde memnundum. Koridorda oturuyordum ve koridor tarafında oturmayı severim. Milano'ya inene kadar çok az uyuyup daha çok yanımdaki Wired'ı okudum. Joost'la ilgili 6 sayfalık sağlam bir makale vardı. Milano'ya indiğimizde patron bir tasarımcı dostunun geçen sene Milano Design Week için havalimanına indiklerinde yaptığı espriyi hatırlattı: Welcome to Bulgaria. Biraz basık bir havalimanı gerçekten de. Benim de iyi anılarım yok burada.
Milano'dan Torino'ya -niye Turin deniyor buraya?- geçtiğimiz minibüsün içinde lise yıllarını ve okul servislerimizi hatırladım. Servisin içinde de yerimde oturmaktan sıkılınca arkamı döner, dizlerimin üstünde koltuğa ters oturup arkadakilere laf yetiştirirdim. 1,5 saatlik Torino yolculuğumuzda da bu pozisyonda müşterimizle muhabbet ettim.
Turin Palace oteli eski ve şık bir otelmiş. Girişin yanındaki ana alanı bir müze galerisi gibiydi. Niye fotoğrafını çekmediysem artık? Otel odası da eski ve sakindi. Sevmedim çok odayı. Banyosunda bir ince ruh vardı ama. Beni böyle alıp da çok eski zamanlara götüren...
Armando Testa İtalya'nın en büyük ajansı. Avrupa'da bir çok büyük kentte şubeleri var ama merkezleri Torino'da. Büyük ve şık bir binaları ve ilginç bir lobileri var. Buradan hareket ettiğimiz Fiat Auto binası ise muhtemelen tüm Torino'daki en görkemli kurumsal bina. Büyükçe bir caddenin başında adeta eski çağlardan bir katedral ya da saray gibi yükselen dev kutu yaklaşık 100 yıllık ve endüstri devriminin, çeliğin işlenmesinin, seri üretim çağının başlamasının bir simgesi olarak dikiliyor. Proporsiyonu kafanızda canlandırmanız için bir bilgi: bizim ajansın tamamının kapladığı alanın 8 katı kadar bir lobiye sahip.
Toplantılar uzun fakat keyifliydi. Çıktığımızda akşam olmuştu ve Lancia Design Tour Italy gibi bir adı olan gezici sergiyi gezdik. Sergiden iki not: Aygül'ün Momo Design kaskının turuncusu burada, bir de benim kuşak ve biraz daha üstünden olup da üstten sallanan şu koltuğa bakarak "Emanuel" demeyecek bir babayiğit var mı?
Hemen ardından da yan taraftaki Motor Village da denen Mirafiori'ye, muhtemelen Fiat Auto'nun en büyük sergi salonuna bir uğradık. Dünyanın en güzel otomobili olan Alfa Romeo 8C Competizione'nin cabrio versiyonunu da gördüm burada. Karnım deli gibi acıkmıştı ve bu konuda yalnız değildim. Ganbar ya da Genbar adlı bir kafe-bara uğradık önce. Birer aperatif aldık -ben öglen içtiğime benzer bir beyaz şarap-. Sonra da yemek için Monferrato adlı müthiş lokantaya gittik ve masamıza yerleştik. Yediğim şeyleri ve içtiğimiz şarapları da not almıştım ama buradan yazmak çok acımasızlık olabilir diye onları kendime saklıyorum. Yemeğin en kısa özeti: mükemmeldi.
İki haftalık bir salata-sebze diyetinden sonra yenen bunca yemek ve içilen içkiler gece rahat bir uyku uyutmadılar. Sabahın köründe Milano'ya yola koyulduk. Havalimanında kahvaltı ve Duty Free mağazasından küçük bir alışverişten sonra uçak ve geri dönüş. Bu defa koridorda değilim, biraz sıkıntılıyım.
Tüm seyahatin en keyifli anı: Fiat Auto binasının kocaman bir toplantı odasındayız. Armando Testa ve Lancia'nın üst düzey yöneticileriyle birlikteyiz. Bizim ajansın genel müdürü şu anektodu aktarıyor; Yalçın'ın dedesi Malatya'ya otomobili ilk getiren kişiymiş ve o otomobil bir Fiat'mış. Dönüşte bunu babama anlatmak için sabırsızlanıyorum.
Dedem fotoğrafta en sağdaki
17 Şubat 2007 Cumartesi
14 Şubat 2007 Çarşamba
işimdeyim, gücümdeyim
Bir buçuk günlük İtalya gezisinden gelip ayağımın tozuyla Aygül'le birlikte Kırmızı Ödülleri törenine gittim. Organizasyon çok iyiydi. Tören gayet iyi geçti. Bizim ajans ödülleri topladı. 4 Kırmızı'da 2 Kıpkırmızı ödülü fena bir oran değil. Bana bir iki gün daha verin. İşleri bir toparlayıp kısacık İtalya gezisiyle ilgili kısa ama görsellerle süslenmiş bir yazıyı yazıp buradan yayınlayacağım.
11 Şubat 2007 Pazar
Hitit Güneşi Star Haberde!
Daha önce bahsettiğim "Ankara'nın Hitit Güneşi Amblemi" haberi dün akşam (10.02.2007) Star kanalının ana haber bülteninde konu oldu. Haberi buradan da izleyebilirsiniz.
Bu arada bu etiketleri nereden bulabileceğinizi bilemiyorum. Bana ulaşan ve internette okuduğum haberlere göre etiketleri gençler ve harekete ilgi duyanlar bir şekilde kendileri basıyorlar. Aşağıdaki amblemi bilgisayarınızdan çıkış alıp otomobilinizin arka camına yapıştırarak bile tavrınızı ortaya koyabilirsiniz dilerseniz.
Bu arada bu etiketleri nereden bulabileceğinizi bilemiyorum. Bana ulaşan ve internette okuduğum haberlere göre etiketleri gençler ve harekete ilgi duyanlar bir şekilde kendileri basıyorlar. Aşağıdaki amblemi bilgisayarınızdan çıkış alıp otomobilinizin arka camına yapıştırarak bile tavrınızı ortaya koyabilirsiniz dilerseniz.
10 Şubat 2007 Cumartesi
Tembel Hayvan 2
Geçmiş zaman olur ki, bir tembel hayvan (sloth) yazısı yazmış ve bu hayvancağızları ne kadar çok sevdiğimi anlatmıştım. Bugün Tarık'ın bloğunda gördüğüm linkle aklım başımdan gitti. Bebek bir tembel hayvanın uykulu halini gösteriyor video. Çok etkileyici.
Bu ondan bile minik!
Bu ondan bile minik!
9 Şubat 2007 Cuma
İtalya
Toplantı kesinleşti, vizem alındı, rezervasyonlar tamamlandı, sunumlar, dokümanlar son hallerine getiriliyor... Pazartesi sabah bir günlük bir iş gezisi için İtalya'ya gidiyorum. Oldukça yoğun bir program var. Salı günü dönüşte de apar topar Kırmızı Ödülleri'nin gecesine Refresh Venue'ye gidiyoruz. Yarın önümüzdeki hafta başındaki yokluğumu da planlamam gereken ve arka arkaya iki toplantıda bulunacağım zor bir gün olacak. Cumartesi günü de pazarlama blogcularının Marketing Türkiye himayesindeki toplantısına katılacağız Aygül'le. Şöyle Mayıs gibi bir haftalık bir izin kullanabilsem çok güzel olacak.
6 Şubat 2007 Salı
minik şeyler
Yeni bloğum "minik şeyler" yayında! Masamızda duran sessiz dostlarımız, minik makinelerimiz, büyümeyen çocukların oyuncaklarıyla ilgili bir blog burası. İzleyicilerin de katılımını bekliyor, siz de minik şeylerinizin görüntülerini gönderebilirsiniz.
5 Şubat 2007 Pazartesi
Sağlık, diyet, özgüven
Bir haftadır karıcığımla sıkı bir detoks diyetindeyiz. Bu öğlen de lahana salatası var mönümde. Kendimi çok hafif, sağlıklı ve hızlı hissediyorum. Umarım iki gündür yeniden gitmeye başladığımız spor salonumuzu da daha sık ziyaret ederiz önümüzdeki aylarda.
Şubat başı itibariyle Toyota'yla bir ilişiğimiz kalmadı. Bireysel dostluklar nedeniyle özleyeceğim bir müşteri olacak. Yeni ajanslarıyla başarılı olmalarını dilerim. Kocaman müşterim gitmiş olsa da şimdiden yeni gelen 2 müşteriyi ve mevcut müşterilerden de kocaman bir projeyi bana teslim etmiş olan yönetim sayesinde çok fazla boşluğa düşmeden atlatıyorum bu dönemi. Önümüzdeki hafta bir yurt dışı seyahati görünüyor ama daha kesinleşmedi. Şeyler'i takip edenler geçtiğimiz yıl Mayıs'ta yaptığım Prag gezisini hatırlamışlardır. Detayları buradan yazarım yine.
Bir haber de Malatya'dan: Babam bıyık bırakıyor!
Şubat başı itibariyle Toyota'yla bir ilişiğimiz kalmadı. Bireysel dostluklar nedeniyle özleyeceğim bir müşteri olacak. Yeni ajanslarıyla başarılı olmalarını dilerim. Kocaman müşterim gitmiş olsa da şimdiden yeni gelen 2 müşteriyi ve mevcut müşterilerden de kocaman bir projeyi bana teslim etmiş olan yönetim sayesinde çok fazla boşluğa düşmeden atlatıyorum bu dönemi. Önümüzdeki hafta bir yurt dışı seyahati görünüyor ama daha kesinleşmedi. Şeyler'i takip edenler geçtiğimiz yıl Mayıs'ta yaptığım Prag gezisini hatırlamışlardır. Detayları buradan yazarım yine.
Bir haber de Malatya'dan: Babam bıyık bırakıyor!
4 Şubat 2007 Pazar
Yeni bir blog geliyor
Şeyler'e kardeş geliyor. Kısa süre içinde yayında olacak. Büyük bir ihtimalle Blogspot altyapısında olacak o da. Heyecanla bekleyiniz.
2 Şubat 2007 Cuma
Hepimiz Ermeniyiz
Hadi Uluengin Hürriyet'te ne kadar güzel yazmış. İnsanlığımızın unutturulmasına fırsat vermemek için okuyun ve okutun. Hatta kopyalayıp yapıştırayım da 27 Ocak 2007 tarihli yazıyı.
Neden hepimiz Ermeniyiz?
ULUSUMUZ için ne denli bir onur ve ne denli bir asálet madalyasıdır ki, Hrant Dink’in katlinden beri alnımız "hepimiz Ermeniyiz" sembolüyle pırıldıyor.
Aslında, yukarıdaki simgeselliğin kökeni 1943 Ekimine uzanır.
Çünkü o tarihte Hitler Almanya’sı, Danimarka halkının ve hükümetinin 1940’taki işgal başından beri Nazilere teslim etmeyi reddettiği Yahudileri mutlaka toplamak kararı aldı.
Operasyonları kolaylaştırmak için de, gamalı haç boyunduruğu altındaki diğer yerlerde olduğu gibi, ilk iş olarak Musevilerin göğüslerine sarı Davudi yıldız yerleştirilmesini istedi
Berlin özel temsilcisi Werner Best bunu Saray’na bir ültimatom olarak sundu.
* * *
FAKAT, pes etmek ne kelime ve tam tersine, Kral 10. Kristian derhal meydan okudu.
İşgalci komutana, böyle bir durumda kendisinin ertesi sabahtan itibaren Davudi yıldız dikilmiş resmi üniformayla Kopenhag sokaklarında yürüyüşe çıkacağını bildirdi.
Taçlı devlet yöneticisinin yukarıdaki tavrı duyulur duyulmaz da, zaten hiçbir şekilde Nazilerle uzlaşmamış olan ülke ahalisi şu slogan etrafında birleşti:
"Hepimiz Yahudiyiz"!
* * *
OYSA tabii ki, Danimarkalılar bu simgeyi benimsemekle ne kendi Cermen ırklarını bırakıp Sami kavme geçmiş; ne de İsevi dinlerini Musevi inançla değiş tokuş etmiş oldular.
Yalnız ve yalnız, farklılığından dolayı husûmete maruz kalan "öteki"ni sahiplendiler.
Onu "ben" kılmak erdemini, yüceliğini ve alicenáplığını sergilediler.
Zaten bundan dolayıdır ki, tüm Danimarka ulusu insanlık tarihinde "ádil" diye yazıldı.
Artı, o gün bugündür de, "hepimiz"in arkasına herhangi bir mağdur kimliği ekleyerek bunu bütün bir "biz"le özdeşleştirmek, insaniyetçiliğin temel sembollerinden birine dönüştü.
* * *
NİTEKİM, söz konusu "biz" duruma, mekána ve olaylara göre değişiklik arzetti.
Örneğin, atmışlı yıllar ortasında, ırkçılığı reddeden Amerikalı beyazlar kara tenlilerin otobüse alınmadığı bir Memphis’te, bir Albany’de, "hepimiz zenciyiz" diye gösteri yaptılar.
Yahut, Hintli yazar romanından ötürü "kátli váciptir" fetvásıyla karşılaştığında, fikir ve ifade özgürlüğü savunucusu aydınlar "hepimiz Salman Rüşdi’yiz" rozetiyle dolaştılar.
Daha yahut, Nazi artıkları Solingen’de gurbetçilerimizin yaşadığı evi kundakladığında, "öteki" nefretini lánetleyen Almanlar "hepimiz Türküz" pankartı altında yürüdüler.
Ve yine tabii ki, çok uzatabileceğim bu örneklerle ne o Amerikalı beyazlar "zenci"; ne o liberal yazar ve çizerler Rüşdi, ne de o sarışın Tötonlar "Türk" oldular. Olamazlardı da. Tıpkı, Dink cinayeti ertesinde "hepimiz Ermeniyiz" diye haykırmak onur ve asáletini sergileyen insanlarımızın Hay soyundan ve Gregoryen dininden olmadığı ve olmayacağı gibi!
* * *
O halde, tabii ki, "hepimiz Ermeniyiz" diyebilmek ulusumuzun onurudur. Asáletidir.
Buradaki simgesel mesajı; metaforik benzetmeyi ve bilhassa da, "empati" denilen, "kendini ’öteki’nin yerine koymak" dürtüsünü görmemek için kör olmak gerekir.
"Háşá ve estağfurullah, Türk oğlu Türküm" diye mugálátáya kalkışmak için ise, o "öteki"ne husûmet ekseninde nefret ideolojisi ve nefret siyaseti üretiyor olmak gerekir.
Ve kim anlamaktan áciz ki, "hepimiz Ermeniyiz" diyen bir Türk, başta en ırkçı ve şoven Ermeni diasporası nezdinde olmak üzere, o "Türklüğü" zirveye yüceltir ve yüceltiyor.
Ve kim görmekten mahrûm ki, "öteki"ni "ben" olarak sahiplenmek erdemini dile getiren bir ulus ve bir halk insanlık camiası sathında "ádil" mertebesine erişir ve erişiyor.
Evet evet, mutlaka "hepimiz Ermeniyiz", çünkü hepimiz "öteki"ni "ben" ve "ben"i "öteki" kılmak iradesiyle yola çıkan insani ve insaniyetçi "Türkiye ulusu" mensuplarıyız.
Hadi ULUENGİN
huluengin@hurriyet.com.trNeden hepimiz Ermeniyiz?
ULUSUMUZ için ne denli bir onur ve ne denli bir asálet madalyasıdır ki, Hrant Dink’in katlinden beri alnımız "hepimiz Ermeniyiz" sembolüyle pırıldıyor.
Aslında, yukarıdaki simgeselliğin kökeni 1943 Ekimine uzanır.
Çünkü o tarihte Hitler Almanya’sı, Danimarka halkının ve hükümetinin 1940’taki işgal başından beri Nazilere teslim etmeyi reddettiği Yahudileri mutlaka toplamak kararı aldı.
Operasyonları kolaylaştırmak için de, gamalı haç boyunduruğu altındaki diğer yerlerde olduğu gibi, ilk iş olarak Musevilerin göğüslerine sarı Davudi yıldız yerleştirilmesini istedi
Berlin özel temsilcisi Werner Best bunu Saray’na bir ültimatom olarak sundu.
* * *
FAKAT, pes etmek ne kelime ve tam tersine, Kral 10. Kristian derhal meydan okudu.
İşgalci komutana, böyle bir durumda kendisinin ertesi sabahtan itibaren Davudi yıldız dikilmiş resmi üniformayla Kopenhag sokaklarında yürüyüşe çıkacağını bildirdi.
Taçlı devlet yöneticisinin yukarıdaki tavrı duyulur duyulmaz da, zaten hiçbir şekilde Nazilerle uzlaşmamış olan ülke ahalisi şu slogan etrafında birleşti:
"Hepimiz Yahudiyiz"!
* * *
OYSA tabii ki, Danimarkalılar bu simgeyi benimsemekle ne kendi Cermen ırklarını bırakıp Sami kavme geçmiş; ne de İsevi dinlerini Musevi inançla değiş tokuş etmiş oldular.
Yalnız ve yalnız, farklılığından dolayı husûmete maruz kalan "öteki"ni sahiplendiler.
Onu "ben" kılmak erdemini, yüceliğini ve alicenáplığını sergilediler.
Zaten bundan dolayıdır ki, tüm Danimarka ulusu insanlık tarihinde "ádil" diye yazıldı.
Artı, o gün bugündür de, "hepimiz"in arkasına herhangi bir mağdur kimliği ekleyerek bunu bütün bir "biz"le özdeşleştirmek, insaniyetçiliğin temel sembollerinden birine dönüştü.
* * *
NİTEKİM, söz konusu "biz" duruma, mekána ve olaylara göre değişiklik arzetti.
Örneğin, atmışlı yıllar ortasında, ırkçılığı reddeden Amerikalı beyazlar kara tenlilerin otobüse alınmadığı bir Memphis’te, bir Albany’de, "hepimiz zenciyiz" diye gösteri yaptılar.
Yahut, Hintli yazar romanından ötürü "kátli váciptir" fetvásıyla karşılaştığında, fikir ve ifade özgürlüğü savunucusu aydınlar "hepimiz Salman Rüşdi’yiz" rozetiyle dolaştılar.
Daha yahut, Nazi artıkları Solingen’de gurbetçilerimizin yaşadığı evi kundakladığında, "öteki" nefretini lánetleyen Almanlar "hepimiz Türküz" pankartı altında yürüdüler.
Ve yine tabii ki, çok uzatabileceğim bu örneklerle ne o Amerikalı beyazlar "zenci"; ne o liberal yazar ve çizerler Rüşdi, ne de o sarışın Tötonlar "Türk" oldular. Olamazlardı da. Tıpkı, Dink cinayeti ertesinde "hepimiz Ermeniyiz" diye haykırmak onur ve asáletini sergileyen insanlarımızın Hay soyundan ve Gregoryen dininden olmadığı ve olmayacağı gibi!
* * *
O halde, tabii ki, "hepimiz Ermeniyiz" diyebilmek ulusumuzun onurudur. Asáletidir.
Buradaki simgesel mesajı; metaforik benzetmeyi ve bilhassa da, "empati" denilen, "kendini ’öteki’nin yerine koymak" dürtüsünü görmemek için kör olmak gerekir.
"Háşá ve estağfurullah, Türk oğlu Türküm" diye mugálátáya kalkışmak için ise, o "öteki"ne husûmet ekseninde nefret ideolojisi ve nefret siyaseti üretiyor olmak gerekir.
Ve kim anlamaktan áciz ki, "hepimiz Ermeniyiz" diyen bir Türk, başta en ırkçı ve şoven Ermeni diasporası nezdinde olmak üzere, o "Türklüğü" zirveye yüceltir ve yüceltiyor.
Ve kim görmekten mahrûm ki, "öteki"ni "ben" olarak sahiplenmek erdemini dile getiren bir ulus ve bir halk insanlık camiası sathında "ádil" mertebesine erişir ve erişiyor.
Evet evet, mutlaka "hepimiz Ermeniyiz", çünkü hepimiz "öteki"ni "ben" ve "ben"i "öteki" kılmak iradesiyle yola çıkan insani ve insaniyetçi "Türkiye ulusu" mensuplarıyız.
1 Şubat 2007 Perşembe
Trios Amigos
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)