(Ölümsüz Öyküler antolojisinde yayınlanmış eski bir öyküm olan Mavi Düğme'yi blogumdan da paylaşayım istedim)
Bundan bir buçuk, iki ay önceydi. Öğleden sonraydı ve dersim yoktu, havanın da güzelliği eklenince, etrafta aylak aylak dolaşmak için içimde uyanan sevimli arzuya kulak asmamak olmazdı. Ana caddeleri oldum olası sevmedim, hele sonbaharlarda daha bir kaçarım caddelerden. Kalabalık, terbiyesiz, içi boş kutular gibi gelir bana büyük caddeler. Böyle bir günde dolaşmak için sıcacık ara sokaklar gibisi yoktur. Hem minik, kendi ruhlarını taşıyan dükkânlarını severim ara sokakların, hem de sakin, huzurlu apartman önlerini.
Bundan bir buçuk, iki ay önceydi. Ankara’da çok ilginç sokaklar vardır ve ben en ilgincini o gün keşfettim. Eve dönüş yolundan iyice sapmıştım ve öğleden sonra güneşi yavaş yavaş akşamüstü güneşi gibi davranmaya başlıyordu. Bu yüzden doğu-batı eksenine paralel sokaklar bulmaya çalışıyordum. Geçkin ama sıcak güneşin büyülü gölgeler yaratabileceği sessiz sokaklar. İyice dolaşmıştım ve artık nerelerde olduğumu tam olarak kestiremiyordum.
İlk defa o gün gördüm o manifaturacı dükkânını ve tarif edilemez sakinlikteki vitrinini. Derin uyku sessizliğinde bir sokaktaydım. Sokağın sonunda bir bahçe gördüm ve ağaçlara bakmak istedim. Biraz daha yaklaşınca buranın sokağın sonu olmadığını anladım. Bahçenin yanına, sağa sola sapıyordu yol hafif bir yokuş duruşuyla. Tam o köşede insanüstü varlıklar tarafından biz acizlere biraz daha umut aşılamak için yapılmış gibi duran o eşsiz “Mavi Düğme Manifatura”yı ve benim dünyam kadar karışık ama sevgilimin dünyası kadar da dingin duran vitrinini görüm.
Önce olduğum yerde bir süre kalakaldım ve gülümsememe engel olamadan, hatta gözlerimi kocaman açarak, Ankara kedisinin tüyleri gibi yumuşacık bu manzarayı seyrettim. Gördüklerim o kadar etkilemişti ki beni, bir an sanki yavaşça alçalan güneşin şarkı söyler gibi olduğunu düşündüm. Birden toparlandım ve şarkı söyleyenin Müzeyyen Senar; sesin geldiği yerin de Mavi Düğme’nin içindeki muhtemel bir eski radyo olduğunu anlayıp güldüm. Vitrine biraz daha yaklaştım. Nasıl anlatacağımı bilemiyorum, ama deneyeceğim. Yüzlerce, binlerce, minik rengârenk düğmeler, iğneler, iplikler, saç tokaları, kumaş parçaları canlandırın önce gözünüzün önünde. Sonra bu şeyleri inanılmaz bir düzen içinde, ama resmi, askeri disiplinli anlamında değil, doğadaki gibi bir düzen –ya da karmaşa demeliyim belki- içinde usulca yerleştirin vitrine, sonra biraz toz serpin, ama çok az ve en sonunda usulca güneş ışığı üfleyin tüm bunların üzerine. Aslında küçük bir ayrıntı ama radyodan gelen Türk sanat müziğini de unutmamalısınız. İşte size Mavi Düğme Manifatura’nın beni kalbimden vuran vitrini.
Sizi bilmiyorum ama ben o gün verdim kararımı. Ben o vitrine yerleşmeye karar verdim. Bundan sonra orada yaşamaya ve minik düğmelerle arkadaşlık edip, ağaçları seyretmeye. Batan güneşle selamlaşmaya ve dünyanın en güzel müziğiyle uyumaya.
Tabii bunu bir mübalağa olarak alabilirsiniz, ama ben çok ciddiyim. Bir buçuk iki aydır her gün –ya da en azından gün aşırı- o sokağa gidip, dükkâna yaklaşıp, vitrine bakıyor ve –bazen- saatlerce seyrediyorum bu dingin dünyayı. Dükkân sahibiyle önce tanışmak istemedim. İçimden bir ses onun varlığının bu büyüyü bozma tehlikesi olduğunu söyledi hep. Ama er ya da geç bu tanışmanın gerçekleşeceği belliydi. İlk bir hafta oldukça kayıtsız kaldı, hem dükkân sahibi hem de arada bir gelip giden, ellerinden tuttukları çocuklarını çekiştiren müşteriler. İlk önce bir çocuğun dikkatini çektim zaten.
-“Bu adam neye bakıyor anne?” diye sordu ufaklık.
Annesi kafasını kaldırıp bana baktı. Ben gülümsedim ve başımı hafifçe eğerek selam verdim. Kadın istemsizce gülümsedi ve kayıtsız bir edayla oğluna dönüp:
-“Ben ner’den bileyim?” gibi bir şeyler söyledi. Ben tam yeni ayrıntılarını keşfetmek üzere vitrine dönüyordum ki, dükkân sahibi, yaşlıca ve beyaz saçlı, ve bir o kadar da gözlüklü bir şekilde yanıma gelip, Nubar Terziyan bir ses tonuyla sordu:
-“Ben de merak etmeye başladım. Neye bakıyosun? Önce değerli bir ceketin ya da yeleğin kopup kaybolan ama bulunması gereken bir düğmesinin eşini aradığını düşündüm dalgın dalgın. Sonra zararsız bir deli olduğunu ve her gün gelip bu ıvır zıvırı saydığını düşündüm. Ama bakışlarındaki o garip parıltıyı fark ettiğimden beri başka bir amaçla buraya geldiğinin farkındayım. Artık bana da söylemenin zamanı geldi, neye bakıyosun kuzum sen?”
Elimden geldiğince açıklamaya çalıştım, tüm hayatım boyunca aradığım huzuru dükkânının vitrininde bulduğumu, Mehmet Amca’ya. Samimi bir adamdı. Bana hak vermese de ne demek istediğimi anlamıştı. Ona bir zarar vermeyeceğimi de. Birlikte çay içip sohbet ettik. Daha sonraki günlerde arkadaşlığımız ilerlemeye başladı ve ben gerçek niyetimi açıklama cesareti buldum.
-“Mehmet Dayı ben senin vitrinine yarleşmek istiyorum. Yerleşmek ve hep orada kalmak. Bunun için senin iznine ve yardımına ihtiyacım var.”
Beni tanıdığı kadarıyla şakadan ve gülmekten hoşlandığımı bilen Mehmet Dayı önce ciddiye almadı tabii ki bu teklifimi. Ama ben çok ciddiydim.
-“ Bunun için istediğin bedeli ödeyebilirim.”
Önce bana boş boş baktı. Sonra:
-“Yavrucuğum sen iyi misin, tansiyonun mu düştü?” diye sordu.
Ama ben pes etmeyecektim. Artık bakmak yetmiyordu bu hazineye. Onun içinde yerimi almalıydım. Tek sorun bunu nasıl yapacağımdı.
-“Mehmet Dayı ben çok ciddiyim. Haftalardır bu vitrini seyretmeye geliyorum ve bunu ne kadar yürekten sevdiğimi artık senin de bildiğine eminim. Lütfen bana izin ver, huzura kavuşmam bu işe bağlı.”
Mehmet Dayı, sevimli insan, artık ciddi olduğumu anlamıştı ve istediğim şeyin bedelini de az çok tahmin edebiliyordu. Bakışları donuklaştı ve yerdeki döşemede kilitlendi. Bir süre sessizce bekledik. İlk o konuştu:
-“Seninle çok iyi anlaşıyorduk.”
-“Bu daha iyi ya, hem sevdiğin bir şey olacak vitrinine eklediğin, hem de sevdiğin biri olacak yanından ayrılmayan.”
-“Ama evlat, bunu iyi düşündün mü? Yani verdiğin kararın ne kadar zor olduğunu biliyor musun?”
-“Haftalardır başka bir şey düşündüğüm yok. Hayatı çok seviyorum ama benim için fazla zor. Beni seven insanların aslında beni sevmediklerini biliyorum. Ne kadar çalışırsam çalışayım hep daha uzaklarda bir hedef ve hep benden daha çok çalışmış bir başkası olacak. Ve en kötüsü ben ne kadar seversem seveyim, hep bitecek aşk. Gidenleri unutamadan hayatıma devam edemiyorum Mehmet Dayı. Ama unutmayı başarırsam artık yaşamamın bir anlamı kalmaz, bir taşa dönüşürüm o zaman. İşte bu yüzden bana izin ver senin vitrininde kendi sonsuzluğumla yüzleşeyim.”
Mehmet Dayı’nın gözlerinden birkaç damla yaş, önce tombul yanaklarına süzüldü, sonra oradan küçük ayakkabılarına damladı. Daha fazla uzatmayacağını anladım. İlk baştaki görüşüm tamamen yanlış çıktı. Değil bu büyüyü bozmak; daha da yüceltiyordu Mehmet Dayı’nın varlığı burayı. Ondan duyduğum son söz;“Tamam” oldu ve bir daha da konuşmadık.
Sonraki üç gün gitmedim Mavi Düğme’ye. Hazırlıklarımı tamamlamalıydım. Gerçi bu fikir aklıma geldiğinden beri başlamıştım toparlamaya işleri, ama son anda yapılması gereken şeyler de vardı. Bir mektup yazıp yakınlarıma postaladım. Uzun bir seyahat, ya da bir terk-i diyar niyetinde olduğumu tahmin ediyorlardı herhalde. Ben de bu doğrultuda uzaklara gittiğimi falan yazdım. Çiçeklerimi alt komşum ve neredeyse hiç konuşmadığım Hafize Hanım’a bıraktım. Sevimsiz biriydi, ama balkonuna bakan herkes onun çiçek yetiştirmedeki başarısını takdir ederdi. Zaten insanlarla iyi geçinmeye gerek yok, çiçeklerle güzel bir dostluk kurabilmek için. Son olarak sevgilimle buluştum. Burası işin en zor kısmıydı. Anlatsam beni anlardı, ama gitmeme dayanamazdı, bu yüzden olağanüstü bir başarıyla artık bu ilişkiyi yürütemeyeceğim rolünü oynadım. Bir aydır ona zaman ayıramamamdan yakınıyordu ve belki o bile düşünmüştü ayrılığı. Bir şey fark ettirmemek için yeterince üzgün göründüm. Her şey tamamdı.
Sabah erken kalktım. Son kahvaltımda zeytin yedim ve çay içtim. Evden çıktıktan sonra sevdiğim yerlerden son kez geçtim. Hiçbir şey gelmiyordu aklıma. Hissettiğim şey ise; ne hüzün ne mutluluk. Son derece sakindim, adeta gideceğim yeni yere uyum sağlamak istercesine. Öğlene doğru geldim Mavi Düğme’ye. Mehmet Dayı uyukluyordu. Bir şey söylemeden, olgun bir gülümsemeyle, öksürerek geldiğimi haber verdim. Yerinden kalktı ve dükkânın kapısını kapattı, sonra da kilitledi. Kararımdan dönme ihtimali var mı diye iki kez kontrol etti bakışlarımı, üzgün gözlerle. Sonra tezgâhın arkasına eğilip, epey derinlerden bir tabanca çıkardı. Cebindeki saati eline aldı, bir bakıp tekrar yerine koydu ve eski tabancasını bana doğrultup beklemeye başladı. Gözlerindeki korku ve endişeyi silmek için sessizce bir melodi mırıldanmaya başladım. Bunun onu rahatlatacağını düşünmüştüm. Mahallenin camisinden bir mikrofon sesi geldi sonra ve tam öğle ezanı okunmaya başladığında tabancasını ateşledi. Son gördüklerim alnındaki terdi.
Mehmet Dayı adaşı Mehmet’i tam kalbinden vurmayı başarmıştı. Hemen yere yıkıldı Mehmet. Mehmet Dayı silahını aldığı yere koyup içeriden bir sandık getirdi. Önce binbir güçlükle Mehmet’in bedenini büyük bir çöp torbasına koyup sıkıca bağladı. Sonrada bu torbayı –ki Mehmet’ten başkası değildi içindeki- sandığa yerleştirdi özenle. Sandığı kilitleyip anahtarını daha sonra biryerlerde unutmak üzere cebine koydu. Sonra artık tükenmekte olan gücüyle sandığı vitrine doğru itip camekânın karşısında duran incik boncuk dolu tezgâhın altına itinayla dayadı. Her şey tamamdı artık. Kapıya gidip kilidi açtı ve sonra da kapıyı. Koltuğuna yerleştiğinde öğle namazını kaçırdığından başka bir şey değildi canını sıkan.